Burhan Apilioğulları
Amaç: Kliniğimizde akciğer hidatik kisti (AHK) tanısı ile takip ve tedavisi yapılan hastaların verilerini retrospektif olarak değerlendirmek.
Gereçler ve Yöntem: Kasım 2010- Kasım 2020 tarihleri arasında kliniğimizde AHK tanısı ile tedavi edilmiş olan 83 hasta; yaş, cinsiyet, kist lokalizasyonu, boyutu, kistin başvuru esnasında rüptüre olup olmadığı,başvuru sırasındaki semptomları, karaciğer kisti birlikteliği, postoperatif yatış süreleri açılarından değerlendirildi.
Bulgular: Hastalarımızın 33’ü erkek , 50 tanesi kadındı. Hastalarımızın yaş ortalaması 34,71 idi. Hastalarımızdan toplamda 109 kist çıkarıldı, bunlardan 9 tanesi dev kist olarak değerlendirildi. Sağ üst lob da 14, sağ orta lob da11, sağ alt lob da 37, sol üst lob da 16, sol alt lob da 31 kist tespit edildi. 9 hastada bilateral kist mevcuttu. Kistlerin 52 tanesi perfore, 57 tanesi intact idi. En yaygın semptom öksürüktü. 16 hasta ise asemptomatikti.
Sonuç: AHK’i vücudumuzda herhangi bir organı tutabilen zoonotik bir hastalıktır. Karaciğer kist hidatiğinden sonra ikinci sıklıkta görülmektedir. Akciğerin yapısından dolayı kolay büyüme eğilimindedir. Tanı da radyoloji çoğunlukla yeterli olmakta ve AHK’lerin tedavisinde cerrahi ön plandadır.
Anahtar Kelimeler: Echinococcus, Hidatik kist, Akciğer
ABSTRACT
Aim: To retrospectively evaluate the data of patients diagnosed with pulmonary hydatid cyst (PHC) who were followed up and treated in our clinic.
Materials and Method: 83 patients treated with the diagnosis of PCO in our clinic between November 2010 and November 2020; Factors such as age, gender, location and size of the patient, whether the cyst was ruptured at the time of admission, symptoms at the time of admission, relationship with liver cysts, and postoperative hospital stay were evaluated.
Results: 33 of our patients were male, 50 of them were female. The mean age of our patients was 34.71. A total of 109 cysts were removed from our patients, 9 of them were evaluated as giant cysts. There were 14 in the right upper lobe, 11 in the right middle lobe, 37 in the right lower lobe, 16 in the left upper lobe, and 31 in the left lower lobe. Nine patients had bilateral cysts. 52 of the cysts were perforated and 57 were intact. The most common symptom was cough. 16 patients were asymptomatic.
Conclusion: PHC is a zoonotic disease that can affect any organ in our body. It is the second most common after liver hydatid cyst. It tends to grow easily due to the structure of the lung. In diagnosis, radiology is mostly sufficient and surgery is at the forefront in the treatment of AHC.
Key words: Echinococcus, Hydatid cyst, Lung
Gülsena Akay, Lütfi Saltuk Demir
Amaç: Bu çalışmada sağlık alanında öğrenim gören üniversite öğrencilerinin sürdürülebilir beslenme ve çevre hakkında bilgi düzeyi ile Akdeniz diyetine uyumlarını değerlendirmek amaçlandı.
Yöntemler: Bu çalışma kesitsel tipte yapıldı. Nisan-Mayıs 2019 aylarında Tıp Fakültesi (n=413) ve Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nde (n=274) öğrenim görmekte olan 687 öğrenci üzerinde gerçekleştirildi. Araştırmada sosyodemografik özellikler anket formu, sürdürülebilir beslenme ve çevre ilişkisi anket formu ile Akdeniz diyeti uyum ölçeği kullanıldı. Verilerin analizinde ki-kare testi, Mann Whitney-U testi, Kruskall-Wallis testi kullanıldı. p<0,05 anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Beslenme ve Diyetetik öğrencilerinin sürdürülebilir beslenme kavramını duyma oranları Tıp öğrencilerine göre yüksek bulundu (p<0,001). Katılımcıların %95,2’sinin sürdürülebilir beslenme ile ilgili daha önce bir eğitim almadığı saptandı. Her iki bölüm öğrencilerinin de sürdürülebilir beslenme kavramını en az oranda ekolojik boyutuyla (Tıp:%27,8; Beslenme ve Diyetetik:%25,5) ele aldıkları tespit edildi. Beslenme ve Diyetetik öğrencilerinin Tıp öğrencilerine göre Akdeniz diyetine uyumlarının anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptandı (p<0,001).
Sonuç: Öğrencilerin yarısından fazlasının sürdürülebilir beslenme kavramını daha önce duymadığı tespit edildi. Öğrencilerin en düşük oranda sürdürülebilir beslenmeyi çevre boyutuyla ele aldıkları görüldü. Katılımcıların Akdeniz diyetine düşük düzeyde uyum gösterdiği saptandı
Anahtar Kelimeler: Akdeniz diyeti, Diyet, Çevre, Sürdürülebilirlik.
ABSTRACT
Aim: In this study, it was aimed to evaluate the level of knowledge of university students studying in the field of health in sustainable nutrition and environment and their adherence with the Mediterranean diet.
Methods: This study was conducted in a cross-sectional type. It was conducted on 687 students studying at the Faculty of Medicine (n=413) and the Department of Nutrition and Dietetics (n=274) in AprilMay 2019. In the research, sociodemographic characteristics questionnaire form, sustainable nutrition and environmental relationship questionnaire form and Mediterranean diet adherence screener were used. In the analysis of the data, chi-square test, Mann Whitney-U test, Kruskall-Wallis test were used. p<0,05 was accepted significant.
Results: The rate of hearing of Nutrition and Dietetics students on the term of sustainable nutrition was higher than that of Medical students (p<0,001). It was determined that 95,2% of the participants did not receive education on sustainable nutrition. It was determined that students of both departments dealt with the concept of sustainable nutrition at least with its ecological dimension (Medicine: 27,8%; Nutrition and Dietetics: 25,5%). Adherence of Nutrition and Dietetics students with Mediterranean diet was found to be significantly higher than that of medical students (p<0,001).
Conclusion: It has been determined that more than half of the students had not heard of the concept of sustainable nutrition before. It was determined that the students dealt with sustainable nutrition with the environmental dimension at the lowest rate. It was found that the participants had a low adherence to the Mediterranean diet.
Key words: Mediterranean diet, Diet, Environment, Sustainability.
İsmail Erşan, Sait Can Yücebaş, Burak Turgut
Amaç: Spektral domain optik koherens tomografi (SD-OKT) ile ölçülen peripapiller retina sinir lifi tabakası (RSLT), ganglion hücre kompleksi (GHK) ve optik sinir başı (OSB) parametreleri ile görme alanı (GA) parametrelerini kullanarak glokom tanısı koymak için derin öğrenme modeli geliştirmeyi amaçladık.
Yöntemler: Glokom tanılı 78 hasta ile 53 sağlıklı olgu çalışmaya dahil edildi. Veri kümesi %60 eğitim %40 test şeklinde ayrıldı. Derin öğrenme modeli geliştirmek için RSLT, GHK, optik sini başı parametreleri ile görme alanı parametreleri kullanıldı. İlgili model RapidMinerStudio9.2 sürümü üzerinde gerçekleştirilmiştir.
Bulgular: Geliştirilen derin öğrenme modelimiz test grubunda AUC değeri 0,817 ve duyarlılığı % 96 bulundu.
Sonuç: SD-OKT ve görme alanı parametrelerini kullandığımız derin öğrenme modelimiz glokomatöz değişikliklerin saptanmasında yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip bulundu.
Anahtar Kelimeler: Glokom, derin öğrenme, optik koherens tomografi, yapay sinir ağı
ABSTRACT
Aim: To develop a deep learning (DL) model for detection of glaucoma based on peripapillary retinal nerve fiber layer (pRNFL), ganglion cell layer (GCL), optic nerve head parameters using spectral domain optical coherence tomography (SD-OCT) and visual field parameters
Methods: 78 patient with glaucoma and 53 healthy subjects were recruited and split into training (%60) and test (%40) datasets. pRNFL, GCL, optic nerve head parameters and visual field parameters were used for the deep learning classifier. RapidMinerStudio9.2 was used for our deep learning model.
Results: In the test dataset, this deep learning system achieved an AUC of 0,817 with a sensitivity of % 96.
Conclusion: An SD-OCT and visual field based deep learning system can detect glaucomatous structural change with high sensitivity and specificity.
Key words: Glaucoma, deep learning, optical coherence tomography, artificial neural network
Kadir Küçükceran, Mustafa Kürşat Ayrancı, Abdullah Sadık Girişgin, Sedat Koçak, Zerrin Defne Dündar
Amaç: Koronavirüs hastalığı 2019 (COVİD-19) ‘un yüksek mortalite oranı ve yetersiz yatak kapasitesi acil servis yönetiminde zorluklar yaşatmaktadır. Bu nedenle, bu çalışma laktat/albümin oranının (LAR) acil servisteki COVID-19 hastalarında mortaliteyi tahmin edip etmediğini araştırdı.
Yöntemler: Çalışmaya Mart-Ağustos 2020 tarihleri arasında acil servise getirilen 504 COVID-19 hastası dahil edildi. Hastaların laktat ve albümin düzeyleri, LAR, yaş, cinsiyet ve hastane içi mortalite durumları kaydedildi. Hastalar hastane içi mortalitesine göre gruplandırıldı ve gruplar arasında istatistiksel bir karşılaştırma yapıldı.
Bulgular: Dahil edilen hastaların 252'si (%50) erkekti ve ortanca yaş 61,5(47-72,75) idi. 79 (%15,7) hastada hastane içi mortalite görüldü. Hayatta kalmayan gruptaki hastaların medyan laktat ve LAR değerleri, hayatta kalan gruba göre anlamlı derecede yüksekti (laktat: 2.05 [1.5–3.4] ve 1.6 [1.2–2], sırasıyla [p<0.001]; LAR: 0,584 [0,406–0,956] ve 0,38 [0,29 0,489], sırasıyla [p<0,001]). Ortalama albumin değeri hayatta kalmayan grupta, hayatta kalan gruba göre anlamlı olarak düşüktü (3,68±0,58 ve 4,19±0,48, sırasıyla; p<0,001). Hastane içi COVID-19 mortalitesini tahmin etmek için elde edilen LAR’ın eğri altındaki alan (EAA) değerleri, laktat için olanlardan daha yüksekti (LAR ve laktatın EAA'sı: sırasıyla 0.730 ve 0.669). LAR'ın EAA değeri laktatın EAA değerinden anlamlı olarak yüksekti (p<0.001).
Sonuç: LAR, COVID-19 hastalarında hastane içi mortalitenin orta derecede doğru bir tahmincisidir ve LAR'ın laktat seviyelerinden daha güvenilir bir tahmin edici olduğu bulunmuştur.
Anahtar Kelimeler: COVID-19, Laktat, Serum Albumin, Hastane içi mortalite
ABSTRACT
Objectives: The high mortality rate of coronavirus disease 2019 (COVID-19) and insufficient bed capacity create significant challenges in emergency department management. Therefore, this study investigated whether the lactate/albumin ratio (LAR) predicts mortality in COVID-19 patients in the emergency department.
Methods: The study included 504 COVID-19 patients who were brought to the emergency department from March to August 2020. Their lactate and albumin levels, LAR, age, gender, and in-hospital mortality status were recorded. The patients were grouped by in-hospital mortality, and a statistical comparison was conducted between the groups.
Results: Of the included patients, 252(50%) were male, and the median age was 61.5(47–72.75) years. There was in-hospital mortality in 79(15.7%) patients. The median lactate and LAR values of the patients in the non-survivor group were significantly higher than those in the survivor group (lactate: 2.05 [1.5– 3.4] and 1.6 [1.2–2], respectively [p<0.001]; LAR: 0.584 [0.406–0.956] and 0.38 [0.29–0.489], respectively [p<0.001]). The mean albumin value in the non-survivor group was significantly lower than that in the survivor group (3.68±0.58 and 4.19±0.48, respectively; p<0.001). The LAR area-under-the-curve (AUC) values obtained to predict in-hospital COVID-19 mortality were higher than those for lactate (AUC of LAR and lactate: 0.730 and 0.669, respectively). The AUC value of LAR was significantly higher than the AUC value of lactate (p<0.001).
Conclusion: LAR is a moderately accurate predictor of in-hospital mortality in COVID-19 patients, and LAR was found to be a more reliable predictor than lactate levels.
Key words: COVID-19, lactate, serum albumin, in-hospital mortality
Hüseyin Cahit Öztekin, Muzaffer Şeker, Nejdet Poyraz, Kemal Emre Özen, Seyit Erol, Duygu Akın Saygın
Amaç: Arteria renalis’ler aorta abdominalis’ten köken alan en büyük damarlardır. Aorta abdominalis’ten sağlı sollu çıkan arteria renalis’ler, anteriorda yer alan venae renales ve posteriorda yer alan pelvis renalis arasından böbreğe girerler. Böbreğe girmeden önce iki veya daha fazla dala ayrılır. Pelvis ve üreter dublikasyonunda genellikle her bir renal segmentin ayrı beslenmesi vardır. Arteria renalisler böbreğe girerken anterior ve posterior dallarına ayrılır. Posterior dal arka yüzün orta segmentini besler. Anterior dal ise üst-alt polleri ve ön yüzü besler.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmamız, 700 Multidedektör Bilgisayarlı Tomografi görüntüsü üzerinde gerçekleştirildi. Bu görüntülerden çalışmamıza uygun olan 178 vaka seçildi.
Bulgular: Çalışmamızda, Arteria renalis dextra’nın aorta abdominalis’ten ayrıldığı yerdeki çapı 0,58±0,12 mm, arteria renalis sisnistra’nın aorta abdominalis’ten ayrıldığı yerdeki çapı 0,65±0,13 mm olarak tespit edildi. Arteria renalis dextra’nın aorta abdominalis’ten ayrıldığı yerdeki kök çıkış açısı 124,04º ±17,48º, arteria renalis sinistra’nın ise 117.52º±14,05º olarak belirlendi. Ölçümleri yapılan hastaların 164 tanesinde sağ ve sol böbrekleri besleyen tek arteria renalis varken, 14 (%7,86) tane hastada ise böbreği besleyen iki adet arteria renalis olduğu tespit edildi. Bunlardan 9 (%5,05) tanesinin kadınlarda, 5 (%2,80) tanesinin ise erkeklerde idi. Çalışma kapsamında üç ve üzeri sayıda ekstra arteria renalis’e rastlanmadı. Yapılan ölçümlerde arteria renalis dal çıkış seviyeleri çoğunlukla diğer yapılan çalışmalardaki verilere paralel olarak L1 ve L2 seviyesinde yoğunlaştığı tespit edildi. Arteria renalis dextra’da L2 seviyesinde 72 (%43,9) - L1 seviyesinde 62 (%37,8) ve diğer seviyelerde 30 (%18,3), arteria renalis sinistra’da L2 seviyesinde 89 (%54,26) – L1 seviyesinde 51 (%31,09) ve diğer seviyelerde ise 24 (%14,65) olduğu belirlendi.
Sonuç: Elde ettiğimiz bulgular ile çalışmamızın özellikle bölge cerrahları için klinik bir önem oluşturacağını düşünmekteyiz.
Anahtar Kelimeler: Arteria renalis, Multidedektör bilgisayarlı tomografi, Varyasyon
ABSTRACT
Aim: Renal artery are the largest vessels originating from the abdominal aorta. Renal artery arising from the abdominal aorta to the right and left enter the kidney between the renal veins located anteriorly and the renal pelvis located posteriorly. It splits into two or more branches before it enters the kidney. In pelvis and ureter duplication, each renal segment usually has a separate feeding. As the renal artery enters the kidney, it divides into anterior and posterior branches. The posterior branch supplies the middle segment of the posterior face. The anterior branch feeds the upper and lower poles and the anterior surface.
Materials and Method: Our study was carried out on 700 Multidetector Computerized Tomography images taken with the request of imaging for the abdominal region of individuals.178 cases suitable for our study were selected from these images.
Results: The diameter where the right renal artery from the abdominal aorta was 0.58 ± 0.12 mm, and the diameter where the left renal artery separates from the abdominal aorta was determined as 0.65 ± 0.13 mm. The root exit angle where the right renal was 117.52º ± 14.05º.While there was only one renal artery feeding the right and left kidneys in 164 of the patients who were measured, 14 (7.86%) patients had two renal artery feeding the kidney. Of these, 9 (5.05%) were in women and 5 (2.80%) were in men. Within the scope of the study, three or more extra renal artery were not found. In the measurements made, it was found that the renal artery branch exit levels were mostly concentrated at the L1 and L2 levels, parallel to the data in other studies. 72 (43.9%) at L2 level in right renal artery - 62 (37.8%) at L1 level and 30 (18.3%) at other levels, 89 (54.26%) at L2 level in left renal artery - It was determined that it was 51 (31.09%) at the L1 level and 24 (14.65%) at the other levels.
Conclusion:We think that our study with the findings we have obtained will constitute a clinical importance especially for surgeons in the region.
Key words: Renal artery, Multidetector computed tomography, Variation
Enver Mirza, Selman Belviranlı
Amaç: Lazer periferik iridotomi (LPİ) öncesi ve sonrası Scheimpflug kamera ile belirlenen ön kamara (ÖK) parametrelerindeki değişiklikleri değerlendirmek.
Gereç ve Yöntem: Tedavi veya profilaktif amaçlı LPİ uygulanan primer açı kapanması şüpheli, primer açı kapanması ve primer açı kapanması glokomu olan 20 hastanın 31 gözü çalışmaya dahil edildi. Pentacam Scheimpflug kamera sistemi (Oculus Optikgeräte GmbH, Wetzlar, Almanya) kullanılarak santral kornea kalınlığı (SKK), ön kamara derinliği (ÖKD), ön kamara hacmi (ÖKH), ön kamara açısı (ÖKA) ve pupil çapı değerleri LPİ öncesinde ve 1 ay sonrasında ölçüldü ve birbirleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: LPİ'den bir ay sonra, ortalama göz içi basıncının (GİB) 19.8±8.7 mmHg'den 16.4±3.6 mmHg'ye azaldığı kaydedildi (p<0.001). Ortalama ÖKA’nın 24.1±6 dereceden 26.6±6.6 dereceye yükseldiği (p<0.001), ortalama ÖKD’nin 2.11±0.4 mm3 'ten 2.14±0.4 mm3 'e arttığı görüldü (p=0.083). Ortalama ÖKH'nin 101.6±36 mm3 'ten 105.7±38 mm3 'e yükseldiği (p=0.439), ortalama SKK'nın 540.9±45.9 μm'den 555.4±42.8 μm'ye arttığı görüldü (p=0.018). Ortalama pupil çapının 3.5±1.1 mm'den 3.2±0.5 mm'ye azaldığı tespit edildi (p=0.828).
Sonuç: LPİ'nin ÖK'nın üç boyutlu morfolojisinde bazı değişiklikler yaptığı tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Lazer periferik iridotomi, Ön kamara, Primer açı kapanması, Scheimpflug kamera
ABSTRACT
Purpose: To evaluate the changes of anterior chamber parameters determined by the Scheimpflug camera before and after laser peripheral iridotomy (LPI).
Materials and Methods: Thirty-one eyes of 20 patients with primary angle-closure suspect, primary angle closure, and primary angle-closure glaucoma were included in this study. Central corneal thickness (CCT), anterior chamber depth (ACD), anterior chamber volume (ACV), anterior chamber angle (ACA), and pupil diameter values were compared using the Pentacam Scheimpflug rotating camera system (Oculus Optikgeräte GmbH, Wetzlar, Germany) before and after LPI.
Results: At one month after LPI, it was noted that the mean IOP decreased from 19.78±8.74 mmHg to 16.4±3.57 mmHg (p<0.001). The average ACA increased from 24.1±6 degrees to 26.6±6.6 degrees (p<0.001). The average ACD increased from 2.11±0.4 mm3 to 2.14±0.4 mm3 (p=0.083). The mean ACV increased from 101.6±36 mm3 to 105.7±38 mm3 (p=0.439). The mean CCT increased from 540.9±45.9 μm to 555.4±42.8 μm (p=0.018). The mean pupil diameter decreased from 3.5±1.1 mm to 3.2 ±0.5 mm (p=0.828).
Conclusions: It has been determined that LPI has made some changes in the three-dimensional morphology of the AC.
Key words: Laser peripheral iridotomy, Anterior chamber, Primary angle closure, Scheimpflug camera
Hüseyin Cahit Öztekin, Meryem Esma Düz, Ali Keleş, Rabia Haşimoğlu, Mehmet Akif Güler, Cengiz Kadıyoran, Mehmet Tuğrul Yılmaz
Amaç: Kadans, bireye göre değişebilen ve genellikle dakikadaki adım sayısı olarak hesaplanan bir değerdir. Baropedometre ise ayak altındaki basınç dağılımını ölçerek ayak dinamiğinin ayrıntılı analizini sağlamaktadır. Ayrıca klinikte ve araştırmalarda kadans’ın dışında ayak hastalıklarının değerlendirilmesi ve ölçümünde de kullanılmaktadır.
Yöntemler: Çalışmamızda 2014 model Diasu by Sani Corporate’nin baropedometrae cihazı kullanılarak; sağ ve sol ayak için ayrı kadans değerleri (adım/dk) hesaplanmıştır. Bu çalışmaya dahil edilen 101 bireyin yaş, kilo, boy gibi demografik verileri kaydedilmiştir. Kaydedilen bu verilerden yürüyüşlerin ortalamaları değerlendirmeye alınmıştır. Elde edilen veriler SPSS 25.0 paket programında Independent Samples Test ile değerlendirilmiştir.
Bulgular: Erkek sağ ve sol kadans değerleri sırasıyla 58,07±23,77 adım/dk., 58,18±24,67 adım/dk. olarak ölçülürken kadın bireylerde ise bu değerler sağda 55,87±22,89 adım/dk; solda ise 56,75±21,52 adım/dk. dır. Yapılan istatistiksel analiz sonucunda kadans ile ölçüm verileri arasında anlamlı fark bulunamamıştır (p>0.05).
Sonuç: Literatürler incelendiğinde kadans, diğer yürüyüş parametreleri ile beraber hastalık ve yaşlanma değişimlerini incelemektedir. Sağlıklı bireylerde demografik bilgilere bağlı kadans değişiminin anlamlı olmaması bize kadans’ın sağlıklı bireylerde sadece hastalığa yakalandıklarında değişebileceğini düşündürmüştür. Kadans’daki değişim, yürüme hızı ve adım mesafesine bağlı olduğu belirten çalışmalar dikkate alınarak daha sonraki çalışmalarda yürüyüşün bu parametrelerinin de değerlendirilmesi gerektiğini düşündürmüştür. Literatürde kadans’ın yaşla birlikte arttığını bildiren çalışmalar mevcuttur. Fakat literatürde ayak taban basıncı ile kadans’ı direk ilişkilendiren çalışmaya rastlanılmamıştır. Çalışmamızın kadans’ı etkileyen faktörleri ortaya koyan diğer çalışmalar için yol gösterici olacağını düşünmekteyiz.
Anahtar Kelimeler: Baropedometre, Kadans, Yürüme
ABSTRACT
Purpose: Cadence is a value that can vary from person to person and is usually calculated as the number of steps per minute. Baropedometer, on the other hand, provides detailed analysis of foot dynamics by measuring the pressure distribution under the foot. In addition to cadence, it is also used in the evaluation and measurement of foot diseases in clinics and studies.
Methods: In our study, using 2014 model Diasu by Sani Corporate's baropedometer device; Separate cadence values (step/min) were calculated for the right and left feet. Demographic data such as age, weight and height of 101 individuals included in this study were recorded. The averages of the walks were taken into consideration from these recorded data. The obtained data were evaluated with Independent Samples Test in SPSS 25.0 package program.
Results: Male right and left cadence values were 58,07±23,77 steps/min, 58,18±24,67 steps/min, respectively. while in female individuals, these values were 55,87±22,89 steps/min on the right; on the left 56,75±21,52 steps/ min. As a result of the statistical analysis, no significant difference was found between cadence and measurement data (p>0.05).
Conclusion: When the literature is examined, cadence examines the changes in disease and aging along with other gait parameters. The insignificance of cadence change in healthy individuals due to demographic information made us think that cadence can only change in healthy individuals when they are diagnosed with the disease. Considering the studies stating that the change in cadence depends on walking speed and stride distance, it was thought that these parameters of gait should also be evaluated in future studies. There are studies in the literature reporting that cadence increases with age. However, no study has been found in the literature that directly correlates sole pressure with cadence. We think that our study will be a guide for other studies that reveal the factors affecting cadence.
Key words: Baropedometer, Cadence, Walk
Fatih Ercan, Hüseyin Altunhan
Giriş: Yenidoğan dönemi hayatın ilk 28 gününü kapsar. Bebek ölüm hızı ve yenidoğan ölüm oranı, bir ulusun sağlık durumunu ölçmek için iyi bir gösterge olarak kabul edilir. Biz bu çalışmada yenidoğan yoğun bakım ünitemize son 10 yılda yatan hastaların mortalite oranını, sebeplerini ve risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık. Edindiğimiz sonuçları diğer merkezlerin verileriyle kıyasladık.
Materyal-Metod: Bu çalışmada Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde 2010-2019 yılları arasında yatarak takip edilen ve ölen bebekler incelendi. Çalışma, hastane bilgi yönetim sistemindeki epikriz ve fotoğraf olarak taranmış yazılı dosyaların retrospektif olarak taranması sonucu şekillendi.
Bulgular: Son 10 yılda yenidoğan yoğun bakım ünitemize 9768 hasta yattı, bu hastalardan ölenlerin sayısı 491 idi. Bu çalışmada 2019 yılı mortalite oranımız %2,95 iken toplam mortalite oranımız %5,02 olarak bulundu. Hastaların başta gelen ölüm sebepleri sırasıyla Respiratuar Distress Sendromu (RDS) (%41,3), sepsis (%20,2), kalp yetmezliği (%11,6) idi.
Sonuç: Ünitemizde son 10 yıldaki mortalite oranı %5,02 olarak bulunmuştur. Bu oran 2019 yılı için %2,95’e kadar düşmüştür. Bu oranlardan hareketle, ülkemizde ve şehrimizde sorunlu gebeliklerin terminasyonunun sosyokültürel nedenlerle fazla uygulanmadığını da düşünürsek, ünitemizin gelişmiş ülkelerdeki merkezlerle yarışır durumda olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Anahtar Kelimeler: Yenidoğan, mortalite, prematürite
ABSTRACT
Introduction: The neonatal period includes first 28 days of life. Infant and neonatal mortality rates are considered as a favorable indicator for measuring health status of a nation. In this study, we aimed to determine mortality rates, causes and risk factors of patients were admitted in our neonatal intensive care unit in last decade. We compared the obtained results with those of other centers.
Material-Method: In this study, deceased neonates who were admitted and followed-up in Neonatal Intensive Care Unit of Konya Necmettin Erbakan University Meram Faculty of Medicine between 2010 and 2019 were evaluated. The study was formed in retrospective manner through reviewing discharge summaries and scanned patient files on the hospital’s automation system.
Results: A total of 9768 patients were admitted in our neonatal intensive care unit in the last decade, of which 491 deceased. In this study, our mortality rate in 2019 was 2.95%, while our total mortality rate was 5.02%. The leading causes of death, in descending order of frequency, were respiratory distress syndrome(RDS) (41.3%), sepsis (20.2%), and heart failure (11.6%).
Conclusion: The mortality rate in our unit was found to be 5.02%. This rate decreased up to 2.95% by 2019. Based on these rates, it is the gospel truth that, given the fact that termination of problematic pregnancies in our country and our city is not performed frequently due to sociocultural reasons, our unit may compete with the centers in developed countries.
Key words: Newborn, mortality, prematurity
Özlem Şahin, Ahmet Eren Şen, Buğra Kaya
Amaç: 18F-florodeoksiglukoz (18F-FDG), pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülemede lezyonların metabolik karekterizasyonunu göstermek için kullanılan radyoaktif bir ajandır. İntravenöz (IV) yoldan uygulanan 18F-FDG’nin çoğunluğu böbrekler aracılığıyla ekskrete edilir ve mesanede diffüz olarak akümüle olur. Ancak nadiren mesane posterior kesiminde seviyelenme gösterir. Çalışmamızın amacı 18F-FDG’nin mesane posterior kesiminde daha seviyelenme nedenini araştırmak, bu bulgunun görüldüğü hastaların ortak özelliklerini ve bu durumun klinik önemini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem: Eylül 2017 tarihinden itibaren çeşitli maligniteler nedeniyle 18F-FDG PET/BT görüntüleme yapılan ardışık 500 hastanın görüntüleri incelenerek 12 hastada mesanede 18F-FDG seviyelenmesi tespit edildi. Bu hastaların hastane arşivinden klinik özellikleri, laboratuvar bulguları ve radyolojikgörüntülemelerideğerlendirildi.
Bulgular: Taranan hastaların %2,4’ünde mesanede FDG seviyelenmesi saptandı. Bu hastaların hepsinde mesane distandü izlendi. Kan albumin düzeyinin 11 hastada referans aralığının altında olduğu tespit edildi. Yalnızca 4 hastanın tam idrar tahliline ulaşılabildi ve bunlardan 1’inde idrar yolu enfeksiyonu bulguları vardı. C-Reaktif protein (CRP) değerlerine ulaşabildiğimiz 9 hastanın tamamında bu değer yüksek saptandı. Tüm hastalarda malignite ile uyumlu 18F-FDG tutulumu gösteren odaklar izlendi. Ayrıca tüm hastaların Karnofsky performans skoru (KPS) 50 ve altındaydı.
Sonuç: Mesanede izlenen 18F-FDG seviyelenmesinin, enfeksiyon, tümör yükü, hastanın immobil olması ve mesanenin distandü olması ile ilgisi olabileceği gibi kan albumin düzeylerinin düşük olması ile de bağlantısı bulunabilir. Bu fenomenin klinisyenlere yol gösterici olabilmesi için daha geniş serilerde araştırılması gerekmektedir.
Anahtar Kelimeler: Mesane, Seviyelenme, FDG, PET/BT
ABSTRACT
Aim: 18F-fluorodeoxyglucose (18F-FDG) is a radioactive agent used to show the metabolic characterization of lesions in positron emission tomography / computed tomography (PET / CT) imaging. The majority of 18F-FDG administered intravenously (IV) is excreted through the kidneys and accumulates diffusely in the bladder. However, it rarely shows layering in the posterior part of the bladder. Our study investigates why 18F-FDG is more layered in the posterior part of the bladder to determine the common characteristics of the patients with this finding and the clinical importance of this situation.
Materials and Methods: As of September 1, 2017, images of 500 consecutive patients who had 18F-FDG PET / CT imaging for various malignancies were examined, and 18F-FDG layers were detected in the bladder 12 patients. Clinical features, laboratory findings, and radiological imaging of these patients were evaluated from the hospital archive.
Results: Layering in the bladder was found in 2.4% of the patients screened. The bladder was observed to be distended in all of these patients. Blood albumin level was found to be below the reference range in 11 patients. Only four patients could obtain a complete urinalysis, and 1 of them had signs of urinary tract infection. This value was high in all nine patients in which we could reach C-reactive protein (CRP) values. Foci showing 18F-FDG uptake consistent with malignancy were observed in all patients. In addition, all patients had Karnofsky Performance scores of 50 or less.
Conclusion: The layering of 18F-FDG observed in the bladder may be related to infection, tumor burden, immobility of the patient, and distended bladder, as well as low blood albumin levels. For this phenomenon to guide clinicians, it should be investigated in more extensive series.
Key words: Urinary bladder, Layering, FDG, PET/CT
Mehmet Kılınç, Feridun Karakurt
Amaç: Primer hipotiroidizm, hipotiroidizm vakalarının %95’inden fazlasını oluşturur. Primer hipotiroidili hastaların levotiroksin sodyum (LT4) replasman tedavisi ile hedeflenen tiroid uyarıcı hormon (TSH) düzeyine ulaşılarak ötiroid hale gelmesi amaçlanır. Bu çalışmada optimal tedavi edilemeyen hastaların değerlendirilmesi ve aşırı doz veya eksik doz ile tedavi edilen hasta sıklığının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Bu retrospektif çalışma, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi hastanesinde Ocak 2015 ile Aralık 2016 tarihleri arasında takip edilmiş olan 18 yaş üzeri, tiroid malignitesi olmayan, son 6 aydır sabit doz LT4 replasman tedavisi alan primer hipotiroidi tanılı 500 hasta üzerinde gerçekleştirilmiştir. Hastaların tiroid hormon durumunu belirlemek için serum TSH, serbest triiyodotironin (sT3) ve serbest tiroksin (sT4) seviyeleri kullanılmıştır. Tüm hastaların vücut kitle indeksi (VKİ) değerlendirilmiştir. Hastaların düşük yoğunluklu lipoprotein(LDL), yüksek yoğunluklu lipoprotein(HDL), çok düşük yoğunluklu lipoprotein(VLDL), trigliserit ve total kolesterol verileri analize dahil edildi.
Bulgular: LT4 replasman tedavisi alan hastaların %66.8'inde (n=334) TSH seviyeleri istenen hedef aralığında değildi. Hastaların %50,8' inde TSH düzeyi istenen hedef aralığından yüksekken (yetersiz dozla tedavi), hastaların %16.0' sında TSH düzeyi istenen hedef aralığından düşüktü (fazla dozla tedavi). Hastaların sadece %20, 6'sı normal vücut ağırlığındaydı. Dislipidemi prevalansı erkeklerde %69.2, kadınlarda %68.9’du ve cinsiyetler arasında anlamlı farklılık yoktu (p = 0.968).
Sonuç: Çalışmamızda LT4 replasman tedavisi altındaki çoğu hastanın istenen TSH aralığında olmadığı görüldü. LT4 tedavisi ile serum TSH seviyeleri normalize edilemediğinde disiplinler arası bir tanısal yaklaşım ve dikkatli öykü alınması gerekmektedir.
Anahtar Kelimeler: Primer hipotiroidizm, Hedef TSH, Aşırı doz, Yetersiz doz, Dislipidemi
ABSTRACT
Purpose: Primary thyroid disease accounts for over 95 percent of cases of hypothyroidism. It is aimed that patients with primary hypothyroidism become euthyroid by reaching the target thyroid stimulating hormone (TSH) level with levothyroxine sodium (LT4) replacement therapy. In this study, it was aimed to evaluate the patients who could not be treated optimally and to determine the frequency of patients treated with overdose or underdose.
Methods: This retrospective study was carried out on 500 patients diagnosed with primary hypothyroidism who were followed up at Necmettin Erbakan University Meram Faculty of Medicine hospital, are over 18 years of age, without thyroid malignancy, and who had been receiving fixed dose LT4 replacement therapy for the last 6 months between January 2015 and December 2016. Serum TSH, free triiodothyronine (fT3) and free thyroxine (fT4) levels were used to determine the thyroid hormone status of the patients. Body mass index (BMI) of all patients were evaluated. Low density lipoprotein (LDL), high density lipoprotein ( HDL), very low density lipoprotein (VLDL), triglyceride and total cholesterol data of the patients were included in the analysis.
Results: TSH levels were not within the desired target range in 66.8% (n=334) of patients under LT4 replacement therapy. While TSH level was higher than the desired target range in 50.8% of the patients (treatment with underdose), 16.0% of the patients had TSH levels below the desired target range (treatment with overdose). Only 20.6% of the patients had normal body weight. The prevalence of dyslipidemia was 69.2% in men and 68.9% in women and there was no significant difference between the genders (p = 0.968).
Conclusion: In our study, it was observed that most patients under LT4 replacement therapy were not in the desired TSH range. When serum TSH levels cannot be normalized with LT4 therapy, an interdisciplinary diagnostic approach and careful history should be taken.
Key words: Primary hypothyroidism, Target TSH, Overdose, Underdose, Dyslipidemia
Majid Ismayilzade, Hayri Ahmet Burak Nurşen, Bilsev İnce
Amaç: Diyabetik ayak osteomiyeliti, diyabetin en zorlu ve tedavisi karmaşık komplikasyonlarından birisidir. Bu durumun yönetiminde, yara bakımı ve kapama teknikleri de en az cerrahi ve medikal tedaviler kadar önemlidir. Uygun yara bakımı ve etkili pansuman, enfekte yarayı cerrahi için daha erken hazırlamakla birlikte medikal tedaviye yanıtı da hızlandırmaktadır.
Yöntemler: 2016-2020 yılları arasında diyabete bağlı osteomiyelit tanısı biyopsi ile doğrulanmış olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Prospektif şekilde yürütülen çalışmada hastalar rastgele randomizasyonauygun olarak gruplara ayrıldı. Açık yaralarına yönelik normal yara kapama teknikleri uygulanan hastalar grup 1’e, negatif basınçlı yara kapama uygulanan hastalar ise grup 2’ye dahil edildi. Demografik veriler (yaş, cinsiyet), osteomiyelitli kemik, yara lokalizasyonları, yara çapları, yatış süreleri ve geçirilmiş operasyon sayıları kaydedildi. İki farklı tedavi modalitesinin etkinliğini belirlemek adına her iki gruptaki ortalama enfekte dönem, ortalama operasyon sayısı ve ortalama yatış süreleri anlamlı farklılık açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Yatış süreleri sırasıyla grup 1’de ortalama 24,49 ± 16,5 iken, grup 2’de 17,15 ± 14,7 gün olarakhesaplandı. Ortalama enfekte dönem ise grup 1’de 19,0 ± 16,89, grup 2’de ise 17,33 ± 16,46 gün olarak hesaplandı. Ortalama operasyon sayıları ise normal yara pansuman teknikleriyle 2,15 ± 1,0 kadar iken, NBYT uygulanan hastalarda 1,55 ± 1,0 idi. Yatış süreleri ve geçirilmiş operasyon sayıları açısından iki grup arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptanmasına rağmen, enfekte dönemler arasındaki farklılık istatistiksel olarak anlamlı saptanmadı.
Sonuç: Sonuç olarak, hızlı iyileşme sonrası hastaların yatış sürelerinde kısalma ve anlamlı daha az
operasyon sayısı negatif basınçlı kapama tekniğinin bu alanda avantajlı olduğunu sergiledi.
Anahtar Kelimeler: Osteomiyelit, Diyabetik ayak, Negatif basınçlı kapama, Vakum yardımlı kapama
ABSTRACT
Aim: Diabetic foot osteomyelitis, is one of the devastating and sophisticated complications of diabetes mellitus. Wound care and closure techniques are as important as surgical and medical treatments in the management of this unfavorable condition. Appropriate and effective wound care facilitates healing process of osteomyelitis making infected wound more responsive to medical treatment.
Methods: Between years 2016-2020, the patients with biopsy-confirmed osteomyelitis were included in the prospective study. The patients were divided into groups according to randomization. The patients with conventional wound dressing were included in group 1, while negative pressure wound therapy applied ones incuded in group 2. Demographic data (age, sex), affected bone with osteomyelitis, localization and size of wound, hospitalization length, and number of operations were recorded. To evaluate the efficacy of two different wound care applications, mean infected periods, number of operations and mean durations of hospitalization were compared.
Results: Length of hospitalization stay was 24,49 ± 16,5 in group 1 and 17,15 ± 14,7 in group 2, respectively. Besides, infected period of group 1 was 19,0 ± 16,89, while it was 17,33 ± 16,46 in group 2. Mean number of operations was 1,55 ± 1,0 in the negative pressure wound therapy applied patients, as it was 2,15 ± 1,0 in the patients with conventional wound dressing. There was a significant difference between two groups in terms of length of hospitalization and number of surgical procedures, while no statistical significance found between the infected periods.
Conclusion: Consequently, shortening in hospitalization period and lesser number of surgical procedures due to rapid healing process demonstrated the benefits of negative pressure wound therapy.
Key Words: Osteomyelitis, Diabetic foot, Negative pressure wound therapy, Vacuum assisted closure
Ali Kablan, Yavuz Otal, Gamze Avcıoğlu, Murat Tuğra Kösa
Amaç: SARS-CoV-2, tüm dünyayı etkileyen yüksek ölüm oranlarına sahip bir pandeminin nedenidir. Bu çalışmada Biontech ve Sinovac aşısı olmasına rağmen tekrar RT-PCR+ Covid-19 tanısı alan hastalarda N/L Oranları, CRP ve D-dimer düzeyleri araştırıldı.
Materyal ve Yöntemler: Geriye dönük çalışma, 43 Biontech ve 71 Sinovac aşısı olup tekrar RT-PCR+ Covid-19 tanısı alan toplam 114 hasta (n=114) ve sağlıklı kontrol grubu (n=60) ile gerçekleştirildi. Biontech veya Sinovac aşısı olan ve RT-PCR Testi (Real-Time Polymerized Chain Reaction) pozitif çıkan vakalar çalışmaya alındı. Hastaların rutin biyokimya, seroloji ve hormon test sonuçları Kontrol Grubu ile karşılaştırıldı. Veriler bilgisayarda SPSS22 programı ile analiz edilmiştir.
Bulgular: CRP, N/L ve D-dimer düzeyleri aşı yapılan 2 grupta kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunurken, Sinovac Grubunda daha yüksek değerler saptandı (p<0.001). Aşılı gruplarda kontrol grubuna göre albümin düzeyleri daha düşük bulundu (p<0,001). Aşılı gruplarda prokalsitonin, AST, LDH ve lipaz düzeyleri Kontrol Grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunurken, lenfosit düzeyleri aşılı gruplarda daha düşüktü (p<0.001).
Sonuç: Sinovac aşı grubunda N/L oranları, CRP ve D-dimer düzeyleri Kontrol Grubuna göre daha yüksek olmasına rağmen, Biontech ve Sinovac aşıları olmasına rağmen tekrar RT-PCR+ Covid-19 tanısı alan hastalarda albumin düzeyleri daha düşüktü.
Anahtar Kelimeler: Covid-19; biyoteknoloji; Sinovac; N/L, CRP, D-dimer
ABSTRACT
Aim: SARS-CoV-2 is the cause of a pandemic with high mortality rates affecting the entire world. In the present study, N/L Ratios, CRP, and D-dimer levels were investigated in patients who were diagnosed with RT-PCR+ Covid-19 again despite receiving the Biontech and Sinovac vaccines.
Materials and Methods: The retrospective study was conducted with a total of 114 patients (n=114) and a healthy control group (n=60) who had 43 Biontech and 71 Sinovac vaccines but were diagnosed with RT-PCR+ Covid-19 again. Subjects who were vaccinated with Biontech or Sinovac and whose RT-PCR Test (Real-Time Polymerized Chain Reaction) was positive were included in the study. The routine biochemistry, serology, and hormone test results of the patients were compared with those of the Control Group. The data were analyzed on the computer with the SPSS22 program.
Results: CRP, N/L, and D-dimer levels were higher in the 2 vaccinated groups at statistically significant levels when compared to the control group, but higher values were detected in the Sinovac Group (p<0.001). Albumin levels were found to be lower in the vaccinated groups when compared to the Control Group (p<0.001). Procalcitonin, AST, LDH, and lipase levels were significantly higher in the vaccinated groups when compared to the Control Group, while lymphocyte levels were lower in the vaccinated groups (p<0.001).
Conclusion: Although N/L ratios, CRP, and D-dimer levels were higher in the Sinovac vaccine group than in the Control Group, albumin levels were lower in patients who were diagnosed with RT-PCR+ Covid-19 again despite having Biontech and Sinovac vaccines.
Key words: Covid-19; Biontech; Sinovac; N/L, CRP, D-dimer
Osman Serhat Tokgöz, Ali Ulvi Uca, Mustafa Altaş, Hasan Hüseyin Kozak
Amaç: Bebeklikte normalde sıklıkla görülen bimanual in-phase istemsiz hareket santral sinir sistemi maturasyonu ile hayatın ilk dekatında kaybolur. El baskınlığı belirginleşir ve karşı elin baskılanması amacıyla interhemisferik inhibisyon devreye girer. Ancak istemli olarak in-phase hareketler günlük hayatımızda sıklıkla kullanılmaktadır.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmaya sağ el dominansisi olan 30 üniversite öğrencisi (14 kız, 16 erkek) dahil edildi. Bir tahta düzlem üzerine yerleştirilmiş iki adet vida düzeneği sıkma veya gevşetme emrini yapabilmek amacıyla bir tahta düzlem üzerine yerleştirilmiş iki adet vida düzeneği dizayn edildi. Test 1’de her iki el ile aynı anda vidaları sıkması, Test 2’de yalnızca sol eli ile vidayı sıkması istendi. Verilen her iki emiride doğru yapabilme oranlarına bakıldı. Cinsiyetler arası fark olup olmadığını anlamak için oranların karşılaştırılmasında Fisher’s exact test kullanıldı. P<0.05 anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Test 1: Bimanual vida sıkma testinde kadınlarda 11 kişi (%78,6) sol eli ile yapılması gereken antiphase hareket yerine inphase simetrik hareket yapmış ve sağ el vidayı sıkarken sol el istemeden vidayı gevşetmiştir. Bu oran erkeklerde %37,5 (6 kişi) idi. Kadınlarda hata oranı daha yüksekti (χ2:0.021, p: 0.033). Test 2: Unimanuel sol el vida sıkma emri verildiğinde kadınlarda 7 kişi (%50), erkeklerde 5 kişi (%31,3) yanlışlıkla vidayı gevşetti. İki grup arası fark bulunmadı (kikare: 0.295, p:0.457).
Sonuç: Yapılan testlerde kadın cinsiyetinde hatanın nisbeten daha yüksek olması erkek cinsiyetinin bu alet kullanımınında tecrübeli olması olabilir. Ancak bu fark daha otomatik olan bimanual emirde ortaya çıkmaktadır. İstemli dikkatin arttığı nondominant elin (sol) unimanuel hareketinde ise bu fark görülmemektir. Yapılan sol el hatalarının nedeninin nondominant elin ayna zıtlığında kaydedilmiş proprioseptif bilgilerinin hareketin gerçek yörüngesini gören vizomotor bilgilerle olan çelişmesi olabileceği düşünülmüştür.
Anahtar Kelimeler: El baskınlığı, Motor öğrenme, İn-Phase hareket
ABSTRACT
Aim: Bimanual in-phase movement, which is frequently seen in infancy, disappears in the first decade of life with central nervous system maturation. Hand dominance becomes evident and interhemispheric inhibition is initiated to suppress the opposite hand. However, in-phase movements are frequently used in our daily lives.
Materials and methods: Thirty students (14 female, 16 male) with right hand dominance were included in the study. Two screw assemblies placed on a wooden plane were designed to perform tightening or loosening orders. Test 1: ordered to tighten screws at the same time with both hands. Test 2: ordered to tighten the screw with only left hand. Fisher's exact test was used to compare the ratios between the sex. P <0.05 was considered significant.
Results: Test 1: In the bimanual tightening test, the left hand performed mirror symmetrical movement instead of voluntary correct antiphase movement in 11 persons (78.6%) in females, and the left hand unwantedly loosened the screw. This rate was 37.5% in males (6 persons). The error rate was higher in female gender (χ2: 0.021, p: 0.033). Test 2: In the unimanual left hand tightening test, mirror symmetric movement instead of antiphase movement was seen in 7 female persons (50%) and in 5 male persons (31.3%). The left hand therefore made a loosening motion instead of tightening the screw. The difference between the two groups was not found for this test (chi-square: 0.295, p: 0.457).
Conclusion: The relatively higher error in the female gender in the bimanual task, which is more otomatic movement, may be due to the fact that the male gender knows the use of this device in advance. There was no difference in the unimanual task with more voluntary attention between genders. It is discussed in the light of the literature that the cause of left-hand errors may be in confliction with visomotor information on the real trajectory of movement of the nondominant hand.
Key words: Hand preference, Motor learning, İn-Phase movement
Hülya Vatansev, Serkan Küççüktürk, Mehmet Karaselek, Nazile Arpacı, İbrahim Kılınç, Mehmet ak
Amaç: Bu çalışmada obstrüktif uyku apnesi sendromu (OSAS)'na bağlı obezitenin ortaya çıkışında hipotalamik beslenmeyi düzenleyici nöropeptitler olan Nöropeptid Y (NPY), Orexin, pro-opiomelanokortin (POMC) ve leptin seviyeleri ile PAP tedavisi ile gözlenen kilo değişimi arasında bir ilişki olup olmadığının araştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Göğüs Hastalıkları uyku laboratuvarında OSAS tanısı alan ve PAP tedavisi planlanan 18-65 yaş arası 38 gönüllü erkek hasta dahil edildi. Hastalarda OSAS tanısı aldıktan sonra ve PAP tedavisinden 6 ay sonra kan örneği alındı. ELİZA yöntemi ile nöropeptid seviyeleri belirlendi.
Bulgular: Otuz sekiz erkek hastanın yaş ortalaması 47.82±1.64’dü. OSAS tanılı hastalarda 6 aylık PAP tedavisi sonunda Leptin, NPY, Orexin ve POMC düzeyleri vücut kitle indeksi (VKİ)'nden bağımsız olarak düşüktü ve istatistiksel olarak anlamlıydı (p>0,001).
Sonuç: Apnelerin ortadan kaldırılması, oksijenasyonun sağlanması, PAP tedavisi ile uyku parçalanmasının düzeltilmesi, hipoksik etkinin ve buna bağlı olarak inflamasyonun büyük ölçüde azaltılması ile metabolik stabilitenin sağlandığını düşünmekteyiz. Hastaların PAP cihazlarının gece boyunca kesintisiz kullanımının sağlanması ve teşvik edilmesi tedavinin etkinliğini ön plana çıkaracaktır. Ayrıca cihazı kullanırken diyet ve egzersiz programlarının verilmesi fazla kilolu hastalarda BKİ'nin düşürülmesinde etkili olacaktır.
Anahtar Kelimeler: CPAP, leptin, NPY, POMC, orexin, uyku apnesi
Aim: It was aimed to investigate whether there is a relationship between hypothalamic nutrition regulatory neuropeptides Neuropeptide Y (NPY), Orexin, pro-opiomelanocortin (POMC) and leptin levels in the emergence of obesity associated with OSAS and the weight change observed with PAP treatment.
Materials and Methods: Thirty-eight male volunteer patients aged 18-65 who were diagnosed with OSAS and planned for PAP treatment in the sleep laboratory of Chest Diseases were included in the study. Blood samples were taken from the patients after the diagnosis of OSAS and 6 months after PAP treatment. Neuropeptide levels were determined by ELISA method.
Results: Thirty-eight male patients the mean age was 47.82±1.64 years. Leptin, NPY, Orexin and POMC levels were lower and statistically significant in OSAS patients after 6 months of PAP treatment, independent of body mass index (BMI) (p>0.001).
Conclusion: We think that metabolic stability is achieved by eliminating apneas, providing oxygenation, correcting sleep fragmentation with PAP therapy, reducing the hypoxic effect and accordingly inflammation to a large extent. As a result, ensuring and encouraging the uninterrupted use of PAP devices by patients throughout the night will highlight the effectiveness of the treatment. In addition, giving diet and exercise programs while using the device will be effective in lowering BMIs for overweight patients.
Key words: CPAP, leptin, NPY, POMC, orexin, sleep apnea
Abdullah Gültekin, Erkan Atlamaz, Fahriye Kılınç, Seda Tas Ayçiçek, Pembe Oltulu
Amaç: Lenfoma tanılı hastalarda kemik iliği tutulumunun tespit edilmesi klinik evrelemede, tedavi ve takipte önemli bir basamaktır. Bu çalışmada lenfoma alt tipleri ile kemik iliği infiltrasyon paternlerinin ilişkisini değerlendirmek amaçlanmıştır.
Yöntemler: 2016 – 2021 yıllarında Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Laboratuvarında histopatolojik değerlendirme yapılan ve kemik iliği infiltrasyonu tanısı alan 102 lenfoma olgusuna ait biyopsi örnekleri incelendi. Kesitler infiltrasyon paternleri açısından 3 gözlemci tarafından tekrar değerlendirildi, lenfoma alt tipleri ve infiltrasyon paternleri kaydedildi.
Bulgular: En yaygın lenfoma alt tipi diffüz büyük B hücreli lenfoma (%22,3) ve mantle hücreli lenfoma (%22,3), ardından T hücreli lenfoma (%15.5), folliküler lenfoma (%9.7), kronik lenfositik lösemi/küçük lenfositik lenfoma (%4.8), Hodgkin lenfoma (%4.8), lenfoblastik lenfoma (%1.9), Burkitt lenfoma, MALT lenfoma, marjinal zon lenfoma (%0.94), alt tipi belirlenemeyen lenfoma (%9.7) olarak saptandı. Karşılaşılan tutulum paternleri: diffüz, paratrabeküler, interstisyel, nodüler ve mikst infiltrasyon idi. Olguların tümünde mikst tip infiltrasyon paterni %29,1 ile en sık görülendi. Mikst patern ise en çok nodüler ve interstisyel tutulum birlikteliği içermekteydi. Tek tip olarak en sık diffüz patern izlendi. En yaygın tutulumun tespit edildiği diffüz büyük B hücreli lenfoma ve mantle hücreli lenfomada tutulum paternleri: Diffüz büyük B hücreli lenfomada %34.7 diffüz, %26 nodüler, %17.4 mikst, %17.4 interstisyel, %4.4 paratrabeküler; mantle hücreli lenfomada %47.8 mikst, %21.7 diffüz, %17.4 paratrabeküler, %13 nodüler tipte infiltrasyon paterni idi.
Sonuç: Mikst infiltrasyon paterni en sık mantle hücreli lenfomada görülmekle birlikte diğer lenfomalarda da görüldüğü için spesifik değildi. Paratrabeküler paternin öne çıktığı foliküler lenfomada ise diğer tutulum paternleri ile de karşılaşıldı. İnfiltrasyon paternine dayanarak kemik iliğinde gözlenen tutulumun hangi lenfoma alt tipi ile ilişkili olduğunu kesin söylemek mümkün olamamaktadır. Bunun için lenfoma tipini belirlemede yardımcı tetkiklere başvurulması esastır.
Anahtar Kelimeler: Kemik iliği, Lenfoma, İnfiltrasyon, Patern
ABSTRACT
Aim: Detection of bone marrow involvement in patients with lymphoma is an important step in clinical staging, treatment and follow-up. In this study, it was aimed to evaluate the relationship between lymphoma subtypes and bone marrow infiltration patterns.
Methods: Biopsy samples of 102 lymphoma cases evaluated histopathologically and diagnosed with bone marrow infiltration in Necmettin Erbakan University Meram Faculty of Medicine Medical Pathology Laboratory between 2016 – 2021 were reviewed. Sections were re-evaluated by 3 observers for infiltration patterns, lymphoma subtypes and infiltration patterns were recorded.
Results: The most common lymphoma subtypes were diffuse large B cell lymphoma (22.3%) and mantle cell lymphoma (22.3%), followed by T cell lymphoma (15.5%), follicular lymphoma (9.7%), chronic lymphocytic leukemia/small lymphocytic lymphoma (4.8%), Hodgkin lymphoma (4.8%), lymphoblastic lymphoma (1.9%), Burkitt lymphoma, MALT lymphoma, marginal zone lymphoma (0.94%), lymphoma of undetermined subtype (9.7%). Involvement patterns encountered were diffuse, paratrabecular, interstitial, nodular and mixed infiltration. In all cases the mixed type infiltration pattern was the most common with 29.1%. Mixed pattern, on the other hand, mostly included nodular and interstitial involvement together. The most common pattern as a single type was the diffuse pattern. The involvement patterns in diffuse large B cell lymphoma and mantle cell lymphoma, where the most common involvement was detected: 34.7% diffuse, 26% nodular, 17.4% mixed, 17.4% interstitial, 4.4% paratrabecular in diffuse large B cell lymphoma; 47.8% mixed, 21.7% diffuse, 17.4% paratrabecular, 13% nodular infiltration patterns in mantle cell lymphoma.
Conclusion: The mixed infiltration pattern was most common in mantle cell lymphoma, but was not specific as it was also seen in other lymphomas. In follicular lymphoma in which the paratrabecular pattern is prominent, other involvement patterns were also encountered. Based on the infiltration pattern, it is not possible to say definitively which lymphoma subtype the involvement observed in the bone marrow is associated with. For this, it is essential to refer to ancillary tests in determining the lymphoma type.
Key words: Bone marrow, Lymphoma, Infiltration, Pattern
Esra Araç, Fatma Esenkaya Taşbent, Metin Doğan
Amaç: İnvazif Candida enfeksiyonları özellikle yoğun bakım hastalarında mortalite ve morbiditenin giderek artan nedenlerindendir. Kandideminin gecikmiş tedavisi hasta progresinin önemli bir belirleyicisidir. Bu çalışmada yoğun bakım ünitelerindeki Candida enfeksiyonlarının tür dağılımını belirleyerek epidemiyolojik verilere ve ampirik antifungal tedavi seçimine katkı sağlamayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada 2019-2020 yılları arasında yoğun bakım ünitelerinde yatan hastaların kan kültürlerinden izole edilen Candida türleri incelenmiştir. Kan örnekleri otomatize kan kültür sistemi vasatlarına (BACTEC PLUS Aerobic/F, BACTEC 9120, ABD) ekilip inkübe edilmiştir. Pozitif sinyal veren kan kültürü örnekleri SDA ve kanlı agarbesiyerine ekilmiş, üreyen maya izolatları VITEK 2 Compact System (bioMérieux, Fransa) kullanılarak identifiye edilmiştir.
Bulgular: Toplam 95 hastada Candida üremesi tespit edildi. En sık izole edilen tür Candida parapsilosis (%45) iken, onu sırasıyla Candida albicans (%37.5), Candida glabrata (%8.5), Candida tropicalis (%7.5) ve Candida famata (%1) izlemiştir. Kandidemi gelişen bu hastaların mortalite oranı %76 olarak tespit edilmiştir.
Sonuç: Yoğun bakım ünitelerinde candida enfeksiyonlarında tür dağılımı ve seçilecek tedavi protokolünün belirlenmesiyle mortalite ve morbidite oranının azaltılmasına katkıda bulunacağı düşüncesindeyiz.
Anahtar Kelimeler: Candida Türleri, Kandidemi, Mortalite
Aim: Invasive Candida infections are an increasing cause of mortality and morbidity, especially in patients being treated in intensive care patients. The delayed treatment of candidemia is an important determinant of patient progression. In this study, we aimed to determine the species distribution of Candida infections in intensive care units and to contribute to epidemiological data and empirical antifungal treatment selection.
Materials and Methods: Candida species isolated from blood cultures of patients hospitalized in intensive care units between 2019-2020 were examined in the study. Blood samples were cultivated and incubated in automated blood culture system media (BACTEC PLUS Aerobic/F, BACTEC 9120, USA). Positive signaling blood culture samples were inoculated on SDA and blood agar medium, and growing yeast isolates were identified using VITEK 2 Compact System (bioMérieux, France).
Results: Candida growth was detected in 95 patients in total. The most frequently isolated species was Candida parapsilosis (45%), followed by Candida albicans (37.5%), Candida glabrata (8.5%), Candida tropicalis (7.5%) and Candida famata (1%), respectively. The mortality rate of these patients with candidemia was found to be 76%.
Conclusion: We believe that this will contribute to the reduction of mortality and morbidity by determining the distribution of species and the treatment protocol to be selected for candida infections
in intensive care units.
Key words: Candida Species, Candidemia, Mortality
İlkay Özer
Amaç: Omalizumab, IgE reseptörüne bağlanan insanlaştırılmış bir antikordur ve kronik ürtikerin tedavisinde etkili olmasına rağmen etki mekanizması hala tam olarak anlaşılamamıştır. Bu çalışmada amacımız, kronik ürtikerli hastalara uygulanan omalizumab tedavisinin, hematolojik parametrelere ve IgE değerleri üzerindeki etkilerini araştırmaktır.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmamızda kronik ürtiker nedeniyle 3 kür omalizumab tedavisi alan 36 hastanın hematolojik parametreleri ve IgE değerleri tedavi öncesi ve sonrası kaydedildi.
Bulgular: Omalizumab tedavisi öncesinde kontrol grubuna göre kronik ürtikerli hastalarda nötrofillenfosit oranı daha yüksek (p: 0,038) ve ortalama trombosit hacmi daha düşük (p: 0,01) bulundu. Tedavi sonrası 12 hafta omalizumab tedavisi alan kronik ürtikerli hastaların nötrofil-lenfosit oranı değerlerinin düştüğü (p: 0.05), trombosit dağılım genişliği değerlerinin yükseldiği (p: 0.002) gözlendi. ortalama trombosit hacmi açısından kronik ürtikerli hastalar ile kontrol grubu arasında anlamlı bir fark gözlenmedi ve tedavi sonunda önemli bir değişiklik olmadı. Hasta grubunda omalizumab tedavisi öncesi IgE değerleri 12. haftadaki IgE değerlerinden yüksekti (p: 0.001).
Sonuç: Veriler ışığında, bulgularımız nötrofil-lenfosit oranı, trombosit dağılım genişliği ve toplam IgE değerlerinin kronik ürtikerli hastalarda remisyonun değerlendirilmesi ve takibinde yararlı hematolojik parametreler olabileceğini düşündürmektedir.
Anahtar Kelimeler: Ig E, Omalizumab, Ürtiker
Aim: Omalizumab is a humanized antibody that binds to the IgE receptor and its mechanism of action is still not fully understood although it is effective in the treatment of chronic urticaria. In this study, our aim is to investigate the effects of omalizumab treatment applied to patients with chronic urticaria on the hematological parameter and on IgE values.
Materials and Methods: In our study, the hematological parameter and IgE values of 36 patients, who received three cycles of omalizumab treatment due to chronic urticaria, were recorded before and after the treatment.
Results: Before the omalizumab treatment, neutrophil-lymphocyte ratio was found to be higher (p: 0.038), and platelet distribution width was found to be lower (p: 0.01) in patients with chronic urticaria than in the control group. After the treatment, neutrophil-lymphocyte ratio values of the patients with chronic urticaria, who received omalizumab treatment for 12 weeks, were observed to decrease (p: 0.05), and platelet distribution width values were observed to increase (p: 0.002). No significant
difference was observed between the patients with chronic urticaria and the control group regarding mean platelet volume, and there was no significant change at the end of the treatment. In the patient group, the IgE values before omalizumab treatment were higher than the IgE values at the 12th week (p: 0.001).
Conclusion: In light of data, our findings suggest that neutrophil-lymphocyte ratio, platelet distribution width and IgE values may be useful hematologic parameters for the evaluation and followup of remission in patients with chronic urticaria.
Key words: Ig E, Omalizumab, Urticaria
Hasan Hüseyin Kozak, Ahmet Buğrul, Gülter Gökçimen, Murat Araz
Amaç: İskemik inme görülme oranı kanser olgularında artmıştır. Etiyopatogenezde kanserin tipi, evresi, olgunun almış olduğu tedaviler gibi faktörler sorumlu tutulmaktadır. Bu çalışmanın amacı kanser tanısı ile izlenirken iskemik inme geçiren olguları kanser-iskemik inme nedenselliği çerçevesinde incelemektir.
Hastalar ve Yöntem: Ocak 2016-şubat 2020 yılları arasında kanser ve iskemik inme ortak tanıları ile takip edilen olgular retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Çalışmaya 21 (11 Erkek, 10 Kadın) olgu dahil edildi. Yaş ortalaması 64.8 idi. İskemik inme ile birlikteliği en sık saptanan kanser tipi akciğer ve mide kanseriydi. Kanser olguları histolojik alttiplerine göre değerlendirildiği zaman % 42.8’in de adenokarsinom tespit edildiği saptandı. Kanser tanısı ile inme arasında geçen süre ortalaması akciğer kanserinde 10.4 ay, mide kanserinde 10 ay iken tüm kanserler birlikte değerlendirildiğinde bu süre 15.5 aydı. Hastaneye başvuru ortalama The National Institutes of Health Stroke Scale (NIH İnme Skalası/Skoru) 5.6 olarak saptandı. Difüzyon magnetic resonance imaging (MRI)’da multipl infarkt alanları izlenen olguların tümü metastatik kanser olgularıydı. Olguların 11 tanesinin eksitus olduğu tespit edildi ve bu olguların eksitus olma ortanca değeri 11 gün olarak saptandı. En sık kullanılan kemoterapi sisplatin başta olmak üzere platin türevleriydi.
Sonuç: Kanserin çeşitli etiyolojik faktörler ile inme riskini arttırdığı gösterilmiştir. Kapsamlı bir bakış açısı ile değerlendirildiği zaman, inme kanser hastalarında nadir görülmeyen ve ciddi komplikasyonlara neden olan bir durumdur. Klinisyenlerin bu konuda etkin bir şekilde mücadele edebilmeleri için farkındalıkları arttırılmalıdır.
Anahtar Kelimeler: Adenokarsinom, İskemik inme, Kanser, Sisplatin
Aim: The incidence of ischemic stroke has increased in cancer cases. Type, stage, and treatment of the cancer are responsible in etiopathogenesis. The aim of this study is to investigate cases who have an ischemic stroke while being followed up with a diagnosis of cancer.
Patients and Methods: The cases followed up with cancer and ischemic stroke diagnosis between January 2016 and February 2020 were analyzed retrospectively.
Results: 21 (11 Males, 10 Females) cases were included in the study. The average age was 64.8. Lung and stomach cancer were the most common cancers associated with ischemic stroke. When examined histopathologically, the rate of adenocarcinoma was 42.8%. The mean time between cancer diagnosis and stroke was 15.4 months in lung cancer, 10 months in stomach cancer, and 15.5 months in all cancers. At hospital admission The National Institutes of Health Stroke Scale( NIH Stroke Scale/Score) was 5.6 median. All cases with multiple infarct areas in magnetic resonance imaging (MRI) were metastatic cancer cases. 11 patients died, and the median value of these cases was 11 days. Platinum derivatives were the most commonly used chemotherapy.
Discussion and Conclusion: Cancer has been shown to increase the risk of stroke with various etiological factors. Stroke is not a rare condition that causes serious complications in cancer patients. Awareness of clinicians should be increased in order to be able to combat this issue effectively.
Key words: Adenocarcinoma, Ischemic Stroke, Cancer, Cisplatin
Onur Bilge, Emine Cihan, Cansu Şahbaz Pirinççi, Muhammed Arca, Elif Dilara Durmaz
Amaç: Rotator manşet yırtığı, omuz ağrısına neden olan faktörlerin başında gelen en yaygın kas-iskelet sistemi bozukluklarından biridir. Bu çalışma rotatör manşet yırtıklarında yorgunluğun omuz fonksiyonelliği üzerine etkisini incelemek için yapılmıştır.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmaya rotator manşet yırtığı olan, 18-65 yaş aralığındaki 52 hasta dahil edildi. Omuza ait yorgunluğu Görsel Analog Skalası ile sorgulandı. Omuz fonksiyonelliği Basit Omuz Testi (BOT) ile değerlendirildi. Değişkenlerin normal dağılıma uygunluğu analitik (Kolmogorov-Smirnov testi) ve görsel (histogram ve olasılık grafikleri) yöntemlerle ile elde edildi.
Bulgular: Katılımcıların %31’i erkek % 69’u kadın olup yaş ortalaması 51,59±10,66 yıl olarak hesaplandı. Yorgunluk ile BOT’un ağrı (r:-0,413, p:0,002) ve kuvvet (r:-0,435, p:0,001) alt parametreleri arasında orta seviye negatif yönlü ilişki elde edilirken günlük yaşam aktivitesi (r:-0,352, p:0,010) ile toplam BOT skoru (r:-0,275, p:0,048) arasında zayıf ve negatif yönlü ilişki saptandı.
Sonuç: Rotatör manşet yıtığı olan hastalarda omuz yorgunluğu ve farklı omuz fonksiyonları arasında ilişki bulunmuştur
Anahtar Kelimeler: Rotatör manşet yırtığı, yorgunluk, fonksiyonellik, rehabilitasyon, omuz yaralanmaları
ABSTRACT
Aim: Rotator cuff tear is one of the most common musculoskeletal disorders leading to shoulder pain. This study was conducted to examine the effect of fatigue on shoulder functionality in rotator cuff tears.
Materials and Methods: Fifty-two patients, aged between 18-65 years, with rotator cuff tears were included in the study. Shoulder fatigue was questioned using the Visual Analog Scale. Shoulder functionality was assessed with the Simple Shoulder Test (SST). The conformity of the variables to the normal distribution was obtained by analytical (Kolmogorov Smirnov test) and visual (histogram and probability graphs) methods.
Results: 31% of the participants are men and 69% are women, and the average age was calculated as 51.59 ± 10.66 years. A moderate negative correlation was obtained between fatigue and SST's pain (r: -0.413, p: 0.002) and strength (r: -0.435, p: 0.001) sub-parameters, while a weak and negative correlation was found between daily living activities (r: -0.352, p: 0.010) and total SST score (r: -0.275, p: 0.048). Conclusion: A relationship was found between shoulder fatigue seen in patients with rotator cuff tears and altered shoulder functions
Key words: Rotator cuff tear, fatigue, functionality, rehabilitation, shoulder injuries
Neslihan Altuntaş Yılmaz, Gökmen Yapalı
Amaç: Erken rehabilitasyon uygulamaları, riskli bebeklerde doğar doğmaz başlanması gereken yaklaşımlardır. Bu çalışmada Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı bünyesinde ki bilim dalları ve ünitelerinde hizmet veren sağlık çalışanlarının, riskli bebeklerde “Erken Dönem Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Uygulamaları” (EFRU) hakkındaki bilgi ve farkındalık düzeyinin araştırılması ve bu birimlerde mevcut erken fizyoterapi ve rehabilitasyon müdahale prosedürlerinin incelenmesi amaçlandı.
Gereçler ve Yöntem: Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları bölümünde görev yapan 57 sağlık profesyoneline hazırlanan 11 maddelik anket ile “Erken Dönem Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Uygulaması” hakkındaki bilgi farkındalıkları değerlendirildi.
Bulgular: Her iki merkezde de aktif olarak neonatal fizyoterapistin görev almadığı sadece gerekli durumlarda yalnızca eklem hareket açıklığı egzersizleri aile eğitimi için konsültasyon ile hizmetverildiği bilgisine ulaşıldı. Sağlık profesyonellerinin %70.17’sinin EFRU hakkında hiç veya yetersiz bilgiye sahip oldukları, yeni doğan yoğun bakım ünitesinde EFRU modalitelerden en fazla terapötik pozisyonlamanın uygulandığı belirlendi. Sağlık profesyonellerinin yoğun bakım servisinde riskli bebeklere uygulanacak EFRU’nın gerekli (%80.70) ve bu uygulamaları yapmak üzere hizmet verecek neonatal fizyoterapistine ihtiyaç olduğunu (%82.45) belirttikleri rapor edildi.
Sonuç: Yeni doğanlarda erken dönem fizyoterapi uygulamalarına ağırlık verilmesi ve bu birimlerde hizmet verecek neonatal fizyoterapistlerin konumlanması klinik açıdan önemli bir açığı kapatacaktır
Anahtar Kelimeler: Erken dönem fizyoterapi ve rehabilitasyon uygulamaları, Erken müdahale, Farkındalık, Riskli bebek, Sağlık çalışanı, Yenidoğan, Yoğun bakım
Aim: Early rehabilitation applications are an approach that should be initiated in risky babies as soon as they are born. In this study, it was aimed to investigate the knowledge and awareness level of healthcare professionals working in the departments and units of the Department of Child Health and Diseases about” Early Physiotherapy and Rehabilitation Practices” (EPRP) in risky infants and to examine the early physiotherapy and rehabilitation intervention procedures available in these units.
Materials and Methods: Information awareness about "Early Period Physiotherapy and Rehabilitation Practice" was evaluated with an 11-item questionnaire prepared for 57 health professionals working in the Department of Child Health and Diseases.
Result: Neither Center has an active neonatal physiotherapist. Only if necessary, the physiotherapist provides treatment with consultation to teach the family only joint range of motion exercises. It was determined that 70.17% of the healthcare professionals had no or insufficient information about EPRP. It was found that the most therapeutic positioning among EPRP modalities was used in the neonatal intensive care unit. It was reported that health professionals stated that the EPRP to be applied to risky babies in the intensive care unit is necessary (80.70%) and a neonatal physiotherapist (82.45%) is needed to perform these applications.
Conclusions: Caring about early physical therapy practices in newborns and positioning neonatal physiotherapists to serve in these units will fill a clinically important gap.
Key words: Early physiotherapy and rehabilitation applications, Early intervention,
Awareness, Risky baby, Healthcare worker, Newborn, Intensive care
Beyhan Ceylaner Bıçakçı, Hidayet Fazilet Öner Dinçbaş, Songül Karaçam
Amaç: Lokalize prostat kanserinde farklı planlarda normal doku komplikasyon olasılığının hesaplanması ve yan etki değerlendirmesi
Yöntem: Farklı konformal planları yapılan 16 olguda normal doku komplikasyon olasılıkları (NTCP) değerlendirilmiştir. Hedef hacimler ve riskli organların NTCP değerleri Lymann-Kutcher- Burman(LKB) modeliyle hesaplanmış, rektum, mesane ve femur başı için 4 alan ve 6 alan sanal planlarda karşılaştırma yapılmıştır. Tedavileri 6 alan ile yapılan olguların mesane, rektuma ait akut ve geç; femur başı geç komplikasyonları ile ortalama dozlar, volüm yüzdesi(V%), NTCP değerleri korele edilmiştir. Korelasyon işleminde paired-t test, Wilcoxon ve Spearsman testleri kullanılmıştır.
Bulgular: Dört ve 6 alan planlamalarda ortalama organ riskini gösteren V% değerleri (p=0.0001) ve NTCP femur başı için anlamlıdır(p=0.008). Genitoüriner sistem akut komplikasyonlarıyla NTCP ilişkisi istatistiksel anlamlıdır (p=0.019). Mesane ortalama dozu (p=0.015) ve izomerkezdeki dozun >%50’sini alan V%‘de anlamlılık izlenmiştir(rs=0.5446, p=0.029). Femur başı, izomerkezdeki dozun >%50 doz alan volüm yüzdeleri arasında 6 alan lehine anlamlılık saptanmıştır (paired-t test p=0.0001).Femur başının, 4 alan planlarda komplikasyon olasılıkları anlamlı yüksek bulunmuştur(p=0.009). Geç yanetkiler ve NTCP arasında istatistiksel anlamlı ilişki gösterilememiştir.
Sonuç: Alan sayısının artmasının yararı, daha yüksek terapötik dozlarla tümör kontrolünün artması ve normal dokuda koruma sağlamasıdır. NTCP modellemeleriyle günlük alan değişiklikleri ve riskli organ pozisyon değişikliklerinin hesap edilemeyeceği akılda tutulmalıdır.
Anahtar Kelimeler: Prostat kanseri, konformal radyoterapi, NTCP
ABSTRACT
Aim: Calculation of normal tissue complication probability(NTCP) and side-effect evaluation in localized prostate cancer in different plans
Method: NTCP were evaluated in 16 cases with different conformal plans. Target volumes and NTCP values of OAR were calculated with the Lymann-Kutcher-Burman (LKB) model, and comparisons were made in virtual plans with 4-fields and 6 fields for the rectum, bladder and femoral head. The cases were treated with 6-fields; acute-late complicationsfor bladder, rectum and late complications for femoral head were correlated with mean doses, percentage of volume (V%), NTCP values. Paired-t test, Wilcoxon and Spearsman tests were used in the correlation.
Results: The mean organ risk V% values and femoral head NTCP were significant for 4 and 6-fields plans(p=0.008). The relationship between acute genitourinary system complications and NTCP was statistically significant (p=0.019). Significance was observed in the mean bladder dose (p=0.015) and the (V%) that received>50% of thedose in the isocentre (rs=0.5446, p=0.029). For the femoral head, the percentage of volume that received more than 50% dose at the isocenter was found to be significant in favor of 6-fields(paired-t test p=0.0001). Complication probabilities of the femoral head were found to be significantly higher in 4-field plans (p=0.009). There was no statistically significance between late effects and NTCP.
Conclusion: By increasing the number of fields, normal tissues are better protected and tumor control is provided with higher doses. It should be kept in mind that daily area changes and risky organ position changes cannot be calculated with NTCP models.
Key words: Prostate cancer, conformal radiotherapy, NTC
Avni Merter Keçeli, Engin Bozkuş, Derya Arslan
Amaç: Biküspit aort kapağı (BAK) erken kapak hasarına ve aort genişlemesine neden olan en yaygın doğumsal kapak anomalisidir. Bu çalışmada BAK'lı pediatrik hastalarda ekokardiyografiye (EK) ek olarak aort görüntülemede kullanılan manyetik rezonans anjiografinin (MRA) katkısı araştırıldı.
Yöntemler: Tek merkezli bir çalışmada, 18 yaşın altında BAK tanısı alan 571 olgunun tıbbi kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Bu grupta aort değerlendirmesi için MRA yapılan 32 hasta (21 kız, ortalama yaş 12.66 ± 3.92 yıl) çalışmaya dahil edildi. Faz kontrast yöntemi ile elde edilen MRA'da, anulus, çıkan aort, sinüs valsalva, sinotübüler bileşke, orta çıkan ark, orta ark ve proksimal ark düzeylerinede en büyük çaplar elektronik olarak ölçüldü. EK incelemesi sırasında elde edilen ve kaydedilen vücut yüzey alanı ve arteriyel kan basıncı değerleri elde edildi. Z skorları hesaplandı. EK ile saptanan ejeksiyon fraksiyonu, aort darlığı (AD) ve yetersizlik (AY)
kaydedildi. Aortik ark geometrisi ve supraaortik varyasyonlar MRA ile belirlendi. EK ve MRA bulguları, MRA tarafından sağlanan ek bulgular değerlendirildi.
Bulgular: EK'de, katılımcıların% 62,5'inde AY ve% 6,25'inde kombine kapak bozukluğu saptanmıştı. İzole AD saptanmadı, katılımcıların% 31,25'inde kapak patolojisi yoktu. Kapak disfonksiyonunda en önemli çap değişikliği orta ark seviyesinde tespit edildi. En yaygın aortik ark Romanesk özellikteydi (% 53). MRA'da,
katılımcıların% 15,5'inde bovin ark varyasyonu ve% 3'ünde izole sol vertebral arter vardı. Kapak bozukluğu, z skorları, arteriyel kan basıncı, vücut yüzey alanı, aort geometrisi, supraaortik varyasyonlar arasında bağlantı bulunmadı.
Sonuç: BAK’lı çocuklarda EK bulgularına ek olarak, MRA, hemodinamik değişiklikleri etkilediği bilinen aortik ark geometrisi ve supraaortik varyasyonları göstermek için yararlıdır.
Anahtar Kelimeler: Bikusbit aorta kapağı, Aorta, Çocuk, Ekokardiografi, MRG
Aim: Bicuspid aortic valve (BAV) is the most common congenital valve anomaly causing early valve damage and aortic enlargement. In this study, the contribution of magnetic resonanceangiography (MRA) used for aorta imaging in addition to echocardiography (EC) in pediatric patients with BAV was investigated.
Methods: In a single center study, the medical records of 571 cases with a diagnosis of BAV under 18 years of age were retrospectively reviewed. In this group, 32 patients (21 female, mean age was 12.66 ± 3.92 years) who underwent MRA for aortic evaluation were included in the study. In MRA obtained by phase contrast method, the largest diameters of the annulus, ascending aorta, sinus valsalva, sinotubular junction, middle ascending arch, middle arch and proximal arch levels were measured electronically. Body surface area and arterial blood pressure values obtained and recorded during EC examination were obtained. Z scores were calculated. Ejection fraction, aortic stenosis (AS) and insufficiency (AI) founded with EC were recorded. Aortic arch geometry and supraaortic variations were determined with MRA. The EC and MRA findings, additional findings provided by MRA were evaluated.
Results: In EC, 62.5% of the participants had AI and 6.25% had combined valve disorder. There was no isolated AS, 31.25% of the participants had no valve pathology. The most important diameter change in valve dysfunction was detected at the level of the middle arch. The most common aortic arch was Romanesque (53%).
In the MRA, 15.5% of the participants had bovine arch variation and 3% had isolated left vertebral artery. No correlation was found between valvular disorder, z scores measured by MRA, arterial blood pressure, BSA, aortic geometry, supraaortic variations.
Conclusion: In addition to EC findings in children with BAV, MRA is useful for demonstrating aortic arch geometry and supraaortic variations known to affect hemodynamic changes.
Key words: Bicuspid aort valve, Aorta, Children, Echocardiography, MRI
Ali Haydar Yılmaz, Faik Özel
Amaç: Tiroid hormonları iskelet kası fizyolojisi, metabolizma, kasılma, kas lifinin plastisitesi, hasarı, onarımı ve kas lifi türü değişimi için gereklidir. Biz de çalışmamızda tüm inkontinans tipleri ve tüm yaş grupları ve aşırı aktif mesane hastalığı olanlarda troid fonksiyon testleri analiz edilerek bu özel grup hasta popülasyonunda anlamlı bir ilişkinin varlığını saptamaya çalıştık.
Hastalar ve Yöntem: Üroloji polikliniğine gelen hastalardan üriner inkontinans ve aşırı aktif mesane hastalığı olan 139 hasta cinsiyet farkı gözetmeksizin ve tüm yaş grupları ile çalışmaya dahil edildi. Çalışmada hastalar inkontinans tiplerine göre urge inkontinans, stres inkontinans ve miks inkontinans olarak üç grupta incelendi.
Bulgular: T4 ve TSH verilerine göre üriner inkontinans arasında istatiksel olarak anlamlılık saptanmadı. OAB v8 skor ortalaması 19.7±6.2 ICIQ-SF skor ortalaması 10.1±3.9 olarak saptandı. Gruplar arasında ortalama skorlar ayrıntılı olarak hesaplandı. OAB v8 skoruna göre 1. ve 3. gruplar istatiksel olarak anlamlı idi. ICIQ SF formuna göre 1. ve 3. gruplar ve 2. ve 3. gruplar istatiksel olarak anlamlı olarak saptandı.
Sonuç: Yapılan çalışmalarla desteklenen tiroid hormonlarının periüretral kaslar üzerinde sensitivitesinin olması özellikle stres üriner inkontinans mekanizması üzerinde düşünmemize sebep olmaktadır. Ancak bizim verilerimize göre tiroid hormonları ile inkontinans arasında anlamlılık saptanmamıştır. Bu veriler ışığında geniş hasta katılımı ve her yaş grubunu ve her iki cinsiyeti içine alan çalışmamızın inkontinans fizyolojisi ve aşırı aktif mesane ile ilişkisini araştırarak, ileride daha çok merkezli araştırmalarla desteklenerek literatüre katkı sağlayabileceği kanaatindeyiz. Anahtar Kelimeler: Sıkışma, tiroid, üriner inkontinans, aşrı aktif mesane hastalığı
ABSTRACT
Purpose: Thyroid hormones are required for skeletal physiology, mechanism, contraction, muscle fiber plasticity, preparation, and muscle fiber type. In our study, we can analyze all patients in all age groups, as well as the evaluation of all evaluations in a significant group on this particular patient. It is considered in the care of patients who come to the urology outpatient clinic.
Patients and Methods: In the study, three types of urge incontinence, stress incontinence, mixed were examined according to the incontinence types of people.
Results: There was no significant difference between T4 and TSH in terms of urinary incontinence. The mean OAB V8 score was 19.7±6.2 and the ICIQ-SF score was 10.1±3.9. Groups were calculated as mean scores. According to OAB v8 score, 1st and 3rd groups were statistically significant. According to ICIQ SF formula, 1st and 3rd groups, 2nd and 3rd groups were found to be statistically significant.
Conclusion: The sensitivity of thyroid hormones on peripheral muscles causes us to think about urinance, especially on stress. However, according to our data, no significant difference was found between thyroid and incontinence hormones. In the light of these data, we believe that our study, which includes wide patient participation and all age groups and both genders, can contribute to the literature by investigating the physiology of incontinence and its relationship with overactive bladder, and being supported by more multicenter studies in the future
Key words: Urgency, thyroid, urinary incontinence, over active bladder
Nurullah Altınkaya, Mehmet Giray Sönmez
Amaç: Bu çalışmanın amacı, Trans-Obturator Tape(TOT) cerrahi uygulamasının kadın üriner inkontinans ve kadın cinsel fonksiyonları üzerindeki etkisinin araştırılmasını amaçlamaktır.
Yöntemler: Ocak 2018-Temmuz 2021 tarihleri arasında transobturator tape(TOT) cerrahisi uygulanan hastalar çalışmaya dahil edildi. Preoperatif dönemde ve postoperatif 3. ayda Uluslararası Standartlaştırılmış Kadın Cinsel İşlev İndeksi(FSFI), Uluslararası İnkontinans Sorgulama Formu(ICIQ-SF), Aşırı Aktif Mesane Değerlendirme Formu(OAB-V8) ve Ürogenital Distres Envanteri(UDI-6) anketleri uygulandı. Preoperatif ve postoperatif veriler karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya TOT cerrahisi uygulanan toplam 37 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 58.6±7.1 yıl idi. Ortalama takip süresi 15, 2±4.8 ay olarak saptandı. 22(%59,5) hastanın en az bir adet ek hastalığı mevcuttu. FSFI, ICIQ-SF, OAB-V8, UDI-6 skorlarının preoperatif dönemdeki değerlerinin postoperatif dönemde düzelme yönünde anlamlı değişiklik gösterdiği saptandı. (sırasıyla p<0.001, p<0.001, p<0.001, p<0.001)
Sonuç: Trans-Obturator Tape(TOT) cerrahi uygulaması kadın stres üriner inkontinansını azaltmakta olup kadın cinsel işlevi üzerinde de olumlu etkilerde bulunmuştur. Ayrıca TOT cerrahisi sonrası başlanan β3- adrenoseptör agonisti olan Mirabegron tedavisinin cerrahi sonrası gelişen aşırı aktif mesane semptomlarını azalttığı görülmüştür.
Anahtar Kelimeler: Üriner inkontinans, stres inkontinans, transobturator tape, kadın cinsel fonksiyon bozukluğu
ABSTRACT
Objective: The aim of this study is to investigate the effect of Trans-Obturator Tape (TOT) surgery on female urinary incontinence and female sexual functions.
Methods: Patients who underwent transobturator tape (TOT) surgery between January 2018 and July 2021 were included. International Standardized Female Sexual Function Index (FSFI), International Incontinence Inquiry Form (ICIQ-SF), Overactive Bladder Evaluation Form (OAB-V8) and Urogenital Distress Inventory (UDI-6) questionnaires were applied in the preoperative period and postoperative 3rd month. Preoperative and postoperative data were compared.
Results: A total of 37 patients who underwent TOT surgery were included in the study. The mean age of the patients was 58.6±7.1 years. The mean follow-up period was 15. 2±4.8 months. 22 (59.5%) patients had at least one additional disease. It was determined that the values of FSFI, ICIQ-SF, OAB-V8, UDI-6 scores in the preoperative period showed significant changes in the direction of improvement in the postoperative period. (p<0.001, p<0.001, p<0.001, p<0.001, respectively)
Conclusion: Trans-Obturator Tape (TOT) surgery reduces female stress urinary incontinence and has positive effects on female sexual function. In addition, it was observed that Mirabegron treatment, a β3- adrenoceptor agonist, started after TOT surgery, reduced the overactive bladder symptoms that developed after surgery.
Key words: Urinary incontinence, stress incontinence, transobturator tape, female sexual disfunction
Erhan Arikan, Mehmet Beşir Sürme
Amaç: Spontan intraserebral hematom, genellikle hipertansif değişikliklere bağlı, serebral vasküler yapıların rüptürü sonucu serebral parankim içine kanama olmasıdır. İnmelerin sık nedenlerinden olup, mortalite ve morbiditesi oldukça yüksektir. Bu çalışmamızda acile başvuran spontan intraserebral hematomlu olguların demografik, klinik ve radyolojik özelliklerini literatür ışığında analiz ettik.
Yöntemler: Bu çalışma, spontan intraserebral hematom tanısı konulan 27’si kadın ve 36’sı erkek olmak üzere toplam 63 hasta üzerinde retrospektif olarak yapıldı. Hastaların; yaş, cinsiyet, eşlik eden sistemik hastalıklar, oral antikoagülan kullanımı, başlangıç GKS’u, nörolojik muayane bulguları, hematomun lokalizasyonu, hematomun volümü gibi verileri incelendi.
Bulgular: 63 hastanın %57’si erkek idi. Hastaların %62’si 65 yaş ve üstü idi. Sistemik hastalıklar içinde en sık eşlik eden %46 ile hipertansiyondu. Hastaların %29’u oral antikoagülan kullanıyordu. Sıklıkla bilinç değişikliği (%44) ve motor defisit (%44) ile başvurdular. Hastaların geliş GKS’si % 55 oranında 13- 15 puan arasındaydı. Bilgisayarlı tomografi görüntüleri incelendiğinde hematomların en sık lobar (%47) yerleşimli olduğu izlendi. Hematomların %56’sının volümü 30 cm3’ün altındaydı.
Sonuç: Spontan intraserebral hematom tanısında, demografik, klinik ve radyolojik özelliklerin dikkatle incelenmesi oldukça önemlidir. Çalışmamızın retrospektif analizindeki verilerin literatür ile büyük ölçüde paralellik gösterdiğini saptadık.
Anahtar Kelimeler: Acil servis, retrospektif, spontan intraserebral kanama
ABSTRACT
Objective: Spontaneous intracerebral hematoma is bleeding into the cerebral parenchyma as a result of rupture of cerebral vascular structures. It is one of the common causes of stroke, and its mortality and morbidity is quite high. In this study, we analyzed the demographical, clinical and radiological features of patients with spontaneous intracerebral hematoma presenting to the emergency department in the light of the literature.
Methods: This study was carried out retrospectively on a total of 63 patients, 27 female and 36 male, who were diagnosed with spontaneous intracerebral hematoma. Patients; data such as age, gender, accompany systemic diseases, oral anticoagulant use, initial GCS, neurological examination findings, hematoma localization and hematoma volume were analyzed.
Results: The male percentage of 63 patients was 57%. Proportion of patients aged 65 and over was 62%. Among the systemic diseases, the most common comorbidity was hypertension with 46%. 29% of the patients were using oral anticoagulants. They frequently presented with altered consciousness (44%) and motor deficit (44%). The admission GCS of the patients was between 13-15 points at a rate of 55%. When computed tomography images were examined, it was observed that hematomas were most commonly located in the lobar (47%). The volume of 56% of the hematomas was below 30 cm3 .
Conclusions: In the diagnosis of spontaneous intracerebral hematoma, careful examination of demographical, clinical and radiological features is very important. We found that the data in the retrospective analysis of our study were significantly compatible with the literature.
Key words: Emergency department, retrospective, spontaneous intracerebral hematoma
Müslim Yurtçu
Amaç: Üriner sistem patolojisi nedeniyle opere edilen hastalarda, koruyucu antibiyotik verilmesine rağmen, üriner sisteme yerleştirilen kateterin süreye bağlı olarak ne oranda enfeksiyona neden olduğunu ortaya koymaktır.
Gereç ve Yöntem: Çocuk Cerrahisi Kliniği’nde 2015-2020 tarihleri arasında rastgele seçilen ve üriner sistem patolojisi olan toplam 16 hasta üzerinde çalışıldı. Operasyon sonrası Üriner sistem kateterizasyonu uygulanan hastaların 10’una sefuroksim, 1’ine sefaperazon+sulbaktam, 1’ine ampisilin+sulbaktam, 1’ne penisilin kristalize, 1’ine amikasin ve 2’sine de trimetoprim+sulfametoksazol başlandı. Hastalarda operasyon sonrası 3, 7. ve 10. günlerde idrar kültürü alındı ve saptanan üriner sistem enfeksiyonu oranı karşılaştırıldı. Kültür–antibiyogram sonucuna göre üreme olanlarda antibiyotik tedavisi değiştirildi. Postoperatif 10. günde tüm hastaların kateterleri çekildi. Kültürlerinde üreme olan hastalar trimetoprim+sulfametoksazol supresyonu ile taburcu edildi.
Bulgular: Üriner sistem patolojisi olan 16 hastanın 11’i (% 66) kız ve 5’i (% 34) erkekti [ortalama yaş: 7.21±1.47 (0-14 arası)]. Üçüncü gün alınan idrar kültürlerinde her iki grupta da üreme olmadı. 7. gün alınan idrar kültürlerinden 1’inde üreme (enterokok) oldu; 10. gün alınan idrar kültürlerinden ise 3’ünde üreme (1’inde psödomonas ve 2’sinde candida) oldu. 7. gündeki üreme oranı % 6.25 ve 10. gündeki üreme oranı % 23.08 bulundu. 10. gündeki üreme oranı, 7. gündeki üreme oranından yüksek olmasına rağmen iki gün arasında anlamlı bir fark yoktu (p= 0.625).
Sonuç: Hastalara antibiyotik verilmesine rağmen, üriner sistem kateterlerinin operasyon sonrası kalış sürelerinin uzaması enfeksiyon riskini arttırmaktadır. Bir haftayı aşan kateterizasyonlarda uygulanan antibiyotiğin tekrar gözden geçirilmesinin faydalı olacağını söyleyebiliriz.
Anahtar Kelimeler: Üriner sistem patolojisi, üriner sistem kateteri, enfeksiyon riski, kültür-antibiyogram.
ABSTRACT
Aim: Identfying at which rate the catheter settled into urinary system causes infection due to duration in spite of prophylactic antibiotic treatment in the patients underwent surgery because of urinary system pathology.
Material and Methods: The study population consisted of 16 patients who had urinary system pathology,underwent surgery and selected randomly in Pediatric Surgery Clinic were included the study. Urinary system catheters were applied to all patients after operation. Sefuroxim was begun to 10 of these patients, sefaperazon+sulbaktam to 1, ampicillin + sulbactam to 1, penicilin crystalyse to 1, amicasin to 1 and triemthoprim+sulphametoxasole to 2.Urine cultures were taken from the patients on 3rd, 7th and 10th days after operation and the rates of system infection identified were compared. When reproduction was identified in culture antibigram, the antibiotic treatment was changed due to the result of culture antibiogram. The catheters of all patients were extracted out on postoperative 10th day. The patients were delivered with the supression of triemthoprim+sulphametoxasole except ones who had reproduction in their urine cultures.
Results: The study population consisted of 16 patients are composed of 11 (66 %) female and 5 (34%) male [mean age, 7.21±1.47 years (±SD); range, 0 to 14 years], Reproduction wasn’t observed at the urine cultures taken on 3rd day. Reproduction was observed at one of urine cultures taken on 7th day (enterococ). Reproduction was identified at three of the urine cultures taken on 10th day. (One of them was pseudomonas, two of them were candidas). The rate of reproduction was 6.25 % on 7th day and 23.08 % on 10th day. Although the ratio of reproduction on 10th day was higher than the ratio of reproduction on the 7th day, there was no significant difference between these two days (p= 0.625).
Conclusion: We think that it is useful to investigate the antibiotic used when catheter is kept more than one week.
Key words: Pathology of urinary system, catheter of urinary system, risk of infection, culture-antibiogram.
Burak Ezer, Metin Doğan
Amaç: Myroides türü bakteriler gram negatif, aerobik, non-fermentatif, katalaz, oksidaz, üreaz ve jelatinaz pozitif, sarı pigmentli, hareketsiz, aromatik kokuya sahip, insan florasında bulunmayan fırsatçı nadir patojen bakterilerdir. Bu çalışmanın amacı altı yıllık süreçte idrar, yara, kan kültürü numunelerinden izole edilen Myroides türlerinin ve antibiyotik duyarlılık testlerinin incelenmesidir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2015-Şubat 2021 tarihleri arasında idrar, yara ve kan kültürü numunelerinde üreyen Myroides türleri dahil edilmiştir. Üreyen bakterilerin tanımlanması ve antibiyotik duyarlılık testlerinin yapılmasında VITEK 2 Compact otomatize sistem kullanılmıştır.
Bulgular: Altı yıllık süreçte klinik bulguları olan 16 hastanın kültür numunesinde Myroides spp. izole edilmiştir. İzole edilen Myroides numunelerinin %57’1’nin tüm antibiyotiklere dirençli olduğu gözlenmiştir. Myroides türlerinin en sık idrar kültürü örneklerinde(%87,5) daha sonra sırasıyla yara kültürü(%6,25) ve kan kültürü örneklerinde(%6,25) ürediği gözlenmiştir. Myroides spp. üreyen hastaların %81.25’i servis ve yoğun bakım hastalarından oluşmaktadır.
Sonuç: Myroides türleri özellikle hastanede uzun süre yatan yoğun bakım ve servis hastalarında daha çok tespit edilen, salgın potansiyeline sahip mikroorganizmalardır. Klinisyenler son yıllarda oldukça sık tanımlanan, genellikle çoklu ilaç direncine sahip, salgın potansiyelli bu mikroorganizmaya karşı dikkatli olmalıdır.
Anahtar Kelimeler: Myroides, direnç, salgın, fırsatç
ABSTRACT
Aim: Myroides type bacteria are gram negative, aerobic, non-fermentative, catalase, oxiadase, urease and gelatinase positive, yellow pigmented, immobile, opportunistic pathogenic rare bacteria not found in human flora. In this study, the main purpose is to examine the antibiotic susceptibility of the Myroides species isolated from urine, wound, blood culture samples over six years period.
Material and Methods: Myroides species isolated from the urine, wound, blood culture samples during January 2015 to February 2021 were included in this study. VITEK 2 Compact automated system was used to identify bacteria determine their antibiotic susceptibility.
Results: Myroides spp. was isolated in different culture samples of 16 patients with clinical findings. It was seen %57,1 of the Myroides species included in our study were resistant to all antibiotics. Although Myroides species were most grown in urine culture samples(%87,5), they were also observed to grow in wound culture samples(%6,25) and blood culture samples(%6,25). Among the patients included in our study, the rate of Myroides isolation in intensive care and service patients was determined as %81,25.
Conclusion: Myroides species are microorganisms with epidemic potential, which are mostly detected in intensive care and ward patients who are hospitalized for a long time. Clinicians should be aware of this microorganism which has an epidemic potential, resistant to multiple drugs and encountered frequently in recent years.
Key words: Myroides, resistance, epidemic, opportunistic
Bilsev İnce, Moath Zuhour, Majid Ismayilzade
Amaç: Bu çalışmanın amacı kaviteli enfekte yaraları olan hastalarda normal süngerli vakum yardımlı kapama, gümüşlü süngerli vakum yardımlı kapama ve konvansiyonel pansuman yöntemlerinin hastanın yatış süresi, yara iyileşmesi ve enfeksiyon üzerine etkileri açısından değerlendirilmesidir.
Hastalar ve Yöntem: Şubat 2013-Şubat 2020 arasında enfekte kavite yaraları olan 153 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar üç gruba ayrıldılar; Konvansiyonel yara bakımı uygulanan hastalar grup A’ya, normal süngerli negatif basınçlı yara tedavisi (NBYT) uygulanan hasta popülasyonu grup B’ye, gümüşlü süngerli NBYT ile yönetimi sağlanan hastalar ise grup C’ye dahil edildiler. Hastaların demografik verileri (yaş, cinsiyet), yatış anından ameliyata kadar geçen süre, üreme görülen kültür sayısı ve hastane yatış süreleri kaydedildi. Yaranın boyutları Digimizer Image Analysis Software programına yüklenen yara fotoğrafları üzerinden karşılaştırıldı.
Bulgular: Gümüşlü süngerli NBYT uygulanan hastalarda üreme sayısı en azdı (p< 0,05). Gümüşlü süngerli NBYT ile yara bakımı yapılan hasta grubunun (grup C) hastane yatış süresi en azdı (p< 0,05). Sünger tipinin yara çapı üzerine olan etkileri grup B ve grup C arasında istatistiksel olarak anlamlılık sergilemedi (p>0,05).
Sonuç: Negatif basınçlı yara tedavisinin uygun olduğu hastalarda gümüşlü süngerli kapama tercih edilerek hastaların bakteriyel yükten daha kısa sürede kurtulmaları ve normal hayatlarına daha erken dönmeleri sağlanabilir.
Anahtar Kelimeler: Kaviteli enfekte yara, negatif basınçlı yara tedavisi, gümüşlü süngerli vakum yardımlı kapama
ABSTRACT
Aim: The aim of this study is to evaluate the effects of normal sponge vacuum assisted closure, silver sponge vacuum assisted closure and conventional dressing methods on hospitalization time, wound healing and infection in patients with infected cavity wounds.
Patients and Method: Between February 2013 and February 2020, 153 patients with infected cavity wounds were included in the study. The patients were divided into three groups; Patients treated with conventional wound care were included in group A, patients treated with normal sponge negative pressure wound therapy (NPWT) were included in group B, and patients managed with silver sponge NPWT were included in group C. Demographic data of the patients (age, gender), the time from hospitalization to surgery, the number of positive cultures and hospital stay were recorded. Wound dimensions were compared over wound photographs uploaded to Digimizer Image Analysis Software.
Results: The number of reproduction was the lowest in the patients who underwent silver sponge NPWT (p< 0.05). In the patient group who underwent wound care with silver sponge NPWT (group C), the hospitalization period was the least (p< 0.05). The effects of sponge type on the wound diameter were not statistically significant between group B and group C (p>0.05).
Conclusion: In patients for whom negative pressure wound treatment is appropriate, silver sponge closure can be preferred, allowing patients to get rid of the bacterial load in a shorter time and return to their normal lives sooner.
Key words: Infected cavity wound, negative pressure wound therapy, vacuum assisted closure with silver sponge.
İbrahim Andan, İbrahim Başar, Ayhan Kaydu, Yusuf İpek, Abdurrahman Arpa, Feyzi Çelik, Zeynep Baysal Yıldırım
Amaç: Bu çalışmada, hayatı tehdit eden komplikasyonlarla seyredebilen kraniyosinostoz nedeniyle ameliyat edilen çocuk hastalarda perioperatif anestezi yönetimini sunmayı amaçladık.
Gereçler ve Yöntem: Ocak 2009-Ocak 2021 arasında opere edilen 26 kraniyosinostoz hastasının tamamının dosyasını geriye dönük olarak inceledik. Hastaların demografik verileri, ASA skorları, anestezi ve ameliyat süreleri, ek anomali koşulları, hava yolu ve kanama yönetimi ile komplikasyonları analiz edildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 26 hastanın 16'sı trigonosefali, 4'ü skafosefali, 3'ü plajiyosefali ve 3'ü mikst tipte idi. Hastaların 20'si (%76.9) erkek, 6'sı (%23.1) kadındı. 26 hastanın beşinde (%19.23) ek anomaliler (1 Apert sendromu, 2 kardiyak anomali ve 2 hidrosefali) vardı. Ortalama ameliyat süresi 167.03 dk ve anestezi süresi 179.92 dk idi. Hastaların direkt laringoskopisinde CL skorları değerlendirildi. Beş hastada (%19.2) CL I, 13 hastada (%50.0) CL II ve 8 hastada (%30.8) CL III bulundu. Ameliyat sırasında 5 hastada (%19.23) şiddetli hipotansiyon gözlendi. Bu hastalara eş zamanlı kan ve sıvı infüzyonu ile 0.03 mg/kg/dk dozunda noradrenalin uygulandı. Ameliyat öncesi ortalama hematokrit değerleri %35.99, ameliyat sırasında %26.85 (0.001) olan hastaların preoperatif ve intraoperatif hematokrit değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p < 0,001).
Sonuç: Kraniosinostozlu pediatrik hastaların havayolu yönetiminin zor olduğunu ve intraoperatif masif kanama riski olduğunu saptadık. Bu hastalarda dikkatle planlanmış anestezi yönetimi gerekir.
Anahtar Kelimeler: Kraniosinostoz, pediatrik hastalar, anestezi yönetimi, kanama yönetimi
ABSTRACT
Aim: In this study, we aimed to present the perioperative anaesthetic management in pediatric patients who underwent surgery for craniosynostosis which can progress with life-threatening complications.
Materials and Method: We retrospectively reviewed the file of all 26 craniosynostosis patients who were operated between January 2009-January 2021. The following were analyzed retrospectively: demographic data; anesthesia risks; duration of anesthesia and surgery; additional conditions of abnormality; airway and bleeding management; complications.
Results: Of the 26 patients included in the study, 16 had trigonocephaly, 4 scaphocephaly, 3 plagiocephaly, and 3 mixed types. Twenty (76.9%) of the patients were male, and 6 (23.1%) were female. Five out of the 26 patients (19.23%) had additional anomalies (1 Apert syndrome, 2 cardiac anomalies, and 2 hydrocephalus). The mean duration of surgery was 167.03 min, and duration of anesthesia was 179.92 min. CL scores were evaluated in direct laryngoscopy of the patients. CL I was found in 5 patients (19.2%), CL II in 13 patients (50.0%) and CL III in 8 patients (30.8%). Severe hypotension was observed in 5 patients (19.23%) in the intraoperative period. Noradrenaline at a dose of 0.03 mg/kg/min was administered to these patients with simultaneous blood and fluid infusion. A statistically significant difference was found between the preoperative and intraoperative hematocrit values of the patients whose mean preoperative hematocrit values were 35.99% and intraoperatively 26.85% (0.001).
Conclusions: We observed that pediatric patients with craniosynostosis had difficulty in airway management and risk of massive intraoperative bleeding. These patients require carefully planned anesthetic management.
Key words: Craniosynostosis, pediatric patients, anaesthetic management, bleeding management
Gül Kanyılmaz, Özge Petek Erpolat, Müge Akmansu
Amaç: Radyoterapi tekniklerindeki gelişmeler ile baş-boyun kanserli hastalarda lokal-bölgesel kontrol oranlarında belirgin artış görülmeye başlanmıştır. Bu çalışmada yapısal görüntüleme yöntemi olan BT’nin 18F-FDG gibi bir metabolik aktivasyon belirteci ile birleştirilmesi sonucu elde edilen 18F-FDG PET/BT’nin baş-boyun kanserinin radyoterapi planlamasında kullanılabilirliği araştırılmıştır.
Gereçler ve Yöntem: Çalışmada kliniğimizde küratif radyo (-kemoterapi) kararı alınan ve radyoterapi planlaması 18F-FDG PET/BT üzerinden tasarlanan lokal ileri evre baş-boyun kanserli olgular değerlendirilmiştir.
Bulgular: Tedavi planlaması 18F-FDG PET/BT üzerinden yapılan toplam 19 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Tedavi volümleri ve kritik organlar, 18F-FDG PET/BT aksiyel kesitleri ile planlama BT’nin aksiyel kesitleri birleştirildikten sonra protokollere uygun olarak belirlenmiştir. Endikasyonu olan hastalara eş zamanlı kemoterapi uygulanmıştır. Gros tümör hacmi (GTV), klinik tümör hacmi (CTV), planlanan tümör hacmi (PTV) ve kritik organ dozları doz-volüm histogramları üzerinden değerlendirilmiştir. 18F-FDG PET/BT ile füzyon yapılarak tedavisi planlanan tüm hastalarda kritik organ dozlarının aşılmadığı, hedef volümlere uygulanması planlanan dozların ise planlandığı gibi uygulandığı ve hiçbir hastada doz azaltımına gidilmediği görülmüştür.
Sonuç: Bu çalışma lokal ileri evre baş boyun kanserli hastalarda, 18F-FDG PET/BT’nin primer tümör ve lenf nodlarının lokalizasyonunun belirlenmesinin yanı sıra planlanan radyoterapi dozlarının uygulanmasında da güvenilir şekilde kullanılabileceğini desteklemektedir. Tedavi planlarının güvenilir şekilde belirlenmesinin uzun vadede yan etkiler ve sağkalım üzerine de etkisi olacağı düşünülmektedir.
Anahtar Kelimeler: 18F-FDG PET/BT, radyoterapi, lokal ileri evre baş boyun kanseri
ABSTRACT
Aim: With the developments in radiotherapy techniques, a significant increase has been observed in the local-regional control rates in patients with head and neck cancer. In the current study we aimed to evaluate the usability of 18F-FDG PET/CT in radiotherapy planning of head and neck cancer.
Materials and Method: In this study, patients with locally advanced stage head and neck cancer whose radiotherapy planning was designed over 18F-FDG PET/CT and whose curative radio (-chemotherapy) decision was made in our clinic were evaluated.
Results: A total of 19 patients whose treatment planning was done over 18F-FDG PET/CT were included in this study. Treatment volumes and critical organ volumes were determined in accordance with the protocols after combining 18F-FDG PET/CT axial sections with planning CT axial sections. Concomitant chemotherapy was applied to patients with an indication. Gross tumor volume (GTV), clinical tumor volume (CTV), planning tumor volume (PTV) and critical organ doses were evaluated using dose-volume histograms. It was observed that critical organ doses were not exceeded in all patients who were planned to be treated by fusion with 18F-FDG PET/CT, the doses planned to be applied to the target volumes were administered as planned, and no dose reduction was made in any patient.
Conclusion: This study confirms that in patients with locally advanced head and neck cancer, 18F-FDG PET/CT can be used reliably in determining the localization of primary tumors and lymph nodes, as well as in the administration of planned radiotherapy doses. It is thought that determining the treatment plans reliably will have a positive effect on long-term side effects and survival outcomes.
Key words: 18F-FDG PET/BT, Radiotherapy, Locally Advanced Head and Neck Cancer
Naile Kökbudak, Zeliha Çelik, Fahriye Kılınç
Amaç: Karaciğer kanseri yüksek mortalite ile ilişkili ve giderek yaygınlaşan bir malignitedir. En çok tanı alan kanserler içerisinde 6. sıradadır ve kansere bağlı ölüm nedenleri arasında 4. sıradadır. Histopatolojik tip tayini konusunda morfolojik özellikler yanısıra immünohistokimyasal profil de önem taşımaktadır. HepPar-1, alfa-fetoprotein (AFP) ve Glypican-3 (GPC-3) Hepatoselüler karsinom (HCC) tanısında ve metastatik tümörlerden ayırımında kullanılan başlıca immünohistokimyasal belirteçlerdendir.
Gereçler ve Yöntem: 2019 Ocak – 2021 Ekim tarihleri arasında HCC tanısı almış 101 olguya ait rezeksiyon ve biyopsi materyallerinin Hematoksilen/Eozin ve immünohistokimyasal özellikleri değerlendirildi. HepPar-1, GPC-3 ve AFP sonuçları listelendi. Bu üç belirteç açısından pozitiflik ve negatiflik oranları belirlendi.
Bulgular: 101 olgunun 85 (%84,2)’inde HepPar-1, 76 (%75,2)’sında, GPC-3, 28 (%27,7)’inde AFP pozitifti. 3 parametrenin de pozitif olduğu 17 (%16,83) olgu, negatif olduğu 4(%3,96) olgu tespit edildi. 2 parametre açısından pozitiflikler değerlendirildiğinde HepPar-1 ve GPC-3 49 (%48,51), HepPar-1 ve AFP 5 (%4,95), AFP ve GPC-3 4 (%3,96) olguda pozitifti. HepPar-1 ve GPC-3’ün birlikte pozitifliği belirgin oranda yüksek saptandı.
Sonuç: HCC tanısında ve metastatik tümörlerden ayırımında literatürde hepatoid diferansiasyonla ilişkilendirilmiş ve malignite açısından değerli olduğu bildirilmiş HepPar-1, GPC-3 ve AFP gibi immünohistokimyasal belirteçlerin tanısal panelde yer almasının efektif sonuca ulaşmada önemli olacağı düşüncesindeyiz.
Anahtar Kelimeler: AFP, Glypican-3, hepatoselüler karsinom, HepPar-1, karaciğer kanseri
ABSTRACT
Aim: Liver cancer is an increasingly common malignancy associated with high mortality. It is the sixth most common cancer and the fourth the leading cause of cancer-releated death worldwide. In histopathological type determination, besides morphological features, immunohistochemical profile is also important. HepPar-1, AFP and Glypican-3 (GPC-3) are the main immunohistochemical markers used in the diagnosis of hepatocellular carcinoma (HCC) and differantiation from metastatic tumors.
Materials and Method: Hematoxylin/Eosin and immunohistochemical properties of resection and biopsy materials of 101 cases diagnosed with HCC between January 2019 and October 2021 were evaluated. HepPar-1, GPC-3 and AFP results are listed. The rates of positivity and negativity were determined for these three markers.
Results: HepPar-1 was positive in 85 (84.2%) of 101 cases, GPC-3 was positive in 76 (75.2%) cases and AFP was positive in 28 (27.7%) cases. There were 17 (16.83%) cases in which all 3 parameters were positive and 4 (3.96%) cases in which they were negative.When the positivity was evaluated in terms of 2 parameters, HepPar-1 and GPC-3 were positive in 49 (48.51%) cases, HepPar-1 ve AFP 5 (4.95%) cases, AFP ve GPC-3 4 (3.96%) cases. The co-positivity of HepPar-1 and GPC-3 was found to be significantly higher.
Conclusion: We think that the inclusion of immunohistochemical markers such as HepPar-1, GPC-3 and AFP, which have been associated with hepatoid differentiation in the literature and have been reported to be valuable in terms of malignancy, in the diagnosis and differentiation of HCC from metastatic tumors, will be important in achieving an effective result.
Key words: AFP, Glypican-3, hepatocellular carcinoma, HepPar-1, liver cancer
Berrin Okka, Yusuf Küçükdağ
Selçuklular hastalıkların tedavisine ve tıp eğitimine çok önem vermişlerdir. Selçuklu sultanları şehirleri imar ederken sağlık alanında da yatırımlar yapmışlardır. Selçuklularda sağlık hizmetleri genellikle darüşşifalar ve kervansaraylar gibi kurumlarda verilmekteydi. Salgın hastalık riskine karşı sağlık konusuna dikkatli davranmışlar, cüzzam ve veba gibi hastalıklara karşı dönemin modern tedavi yöntemlerini uygulamışlardır. Selçuklu topraklarında darüşşifalar, kervansaraylarda hastaneler ve seyyar hastaneler hastalara hizmet vermekteydi. Kervansaraylarda yolculara ücretsiz sağlık hizmeti verilirdi. Selçuklu hükümdarları haricinde devlet adamları ve hayırseverler de darüşşifalar yaptırmışlardır. Bu çalışmamızda modern tıbbın kurulmasından önce Konya’da bulunan sağlık kurumları ve tedavi yöntemleri incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Selçuklu Hastaneleri, Tıp, Darüşşifa, Konya
ABSTRACT
Seljuks gave great importance to the treatment of diseases and medical education. While the Seljuk sultans were reconstructing the cities, they also made investments in the field of health. In the Seljuks, health services were generally provided in institutions such as dârü’ş-şifâs and caravanserai hospitals. They were careful about the health issue against the risk of epidemics, and applied the modern treatment methods of the period against diseases such as leprosy and plague. In the Seljuk lands, dârü’ş-şifâs, hospitals in the caravanserai and mobile hospitals were serving the patients. In the caravanserais, passengers were given free health care. Apart from the Seljuk rulers, statesmen and benefactors also had dârü’ş-şifâs built. In this study, the health structures and treatment methods in Konya before the establishment of modern medicine will be examined.
Key words: The Seljuk Hospitals, Medicine, Dârü’ş-şifâ, Konya
Fatih Yılmaz, Ayşe Nur Uğur Kılınç, Melike Geyik Bayman, Yaşar Ünlü
Amaç: Onkojenik HPV tipleri servikal kanser gelişiminde önemli rol oynarlar. Çalışmamızda HPV subtiplerinin servikal lezyonlardaki önemini ve prevelansını araştırmak istedik.
Gereç ve yöntem: Hastanemizde jinekolojik onkoloji polikliniğine başvuran ve HPV testleri ile kolposkopik biyopsi yapılan 296 kadın retrospektif olarak değerlendirildi. Kolposkopik biyopsi örnekleri histopatolojik inceleme ile HPV örnekleri ise polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile değerlendirilerek DNA tiplemesi yapıldı.
Bulgular: Hastalarımızdaki HPV tipleri arasında en sık HPV tip 16 tespit edildi. Yüksek riskli HPV tipleri arasında en sık görülen 5 tip sırasıyla 16,31,18,51 ve 52'dir. H-SIL lezyonlarında en sık HPV tipleri 16,35,31 iken L-SIL'de 16,51,31 olarak bulundu. Bölgemizde kolposkopik servikal biyopsi yapılan 296 hastanın 129'unda servikal premalign veya malign lezyon tespit edildi. Bu 129 hastanın 110'unda etiyolojide HPV saptanmış, 19/129'unda HPV saptanmamıştır.
Sonuç: Serviks kanserinde etyolojide en önemli risk faktörü olan HPV virüsüdür. HPV ye karşı geliştirilmesi planlanan aşıların içeriğinin en sık görülen ve yüksek risk grubu subtipler olması serviks kanserini önlemede ümit verici olacaktır.
Anahtar Kelimeler: HPV subtipleri, Servikal İntraepitelyal lezyon, Serviks kanseri
ABSTRACT
Aim: Oncogenic Human papillomavirus (HPV) types play an important role in the development of cervical cancer. The cervix is an easily accessible organ that significantly improves the prognosis with early diagnosis by screening tests, and subsequent early treatment planning. In our study, we wanted to investigate the importance and prevalence of HPV subtypes in cervical neoplastic lesions.
Materials and Methods: 296 women who applied to the gynecological oncology clinic in our hospital and underwent colposcopic biopsy based on HPV tests were evaluated retrospectively. Colposcopic biopsy samples were evaluated by histopathological examination and HPV samples were evaluated by polymerase chain reaction (PCR) and DNA typing was performed.
Results: Among the HPV types in our patients, the most common HPV type 16 was detected. Among the high-risk HPV types, the 5 most common types are 16,31,18,51, and 52, respectively. While the most common HPV types were 16,35,31 in high-grade squamous intraepithelial lesions (H-SIL), and 16,51,31 in low-grade squamous intraepithelial lesions (L-SIL). In our region, a cervical premalignant or malignant lesion was detected in 129 of 296 patients who had a colposcopic cervical biopsy. In 110 of these 129 patients, HPV was detected in etiology, and HPV was not detected in 19/129 of them.
Conclusion: The HPV virus is the most important risk factor in the etiology of cervical cancer. The content of vaccines planned to be developed against HPV is the most common and high-risk group subtypes and will be promising in preventing cervical cancer.
Key words: HPV subtypes, cervical intraepithelial neoplasia, cervix carcinoma
Faik Özdengül, Aysu Şen, Hande Küsen, Behiye Nur Karakuş, Mehmet Sinan İyisoy, Suray Pehlivanoğlu, Feyza Kostak, Melda Pelin Yargıç, Murat Cenk Çelen
Amaç: Sema; bünyesinde hem meditasyonu hem de egzersiz eylemlerini barındıran dini bir ibadettir. Çeşitli ibadet türlerinin stres ve anksiyete üzerinde olumlu etkilerinin bulunması sema ibadetini gerçekleştiren semazenlerin de; stres düzeylerinin düşük, uyku kalitelerinin yüksek ve nörotrofik faktörlerinin optimal düzeyde olacağı yönünde bir hipotezi düşündürmektedir.
Gereç ve Yöntem: İlgili çalışmada semanın strese karşı koruyucu etkisi araştırıldı. Çalışmaya 17 semazen ve 16 gönüllü olmak üzere toplamda 33 yetişkin erkek dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen tüm bireylerin; nörotropik faktörleri (VEGF, BDNF, GDNF), PNX-20 verileri, anksiyete düzeyleri (BECK Anksiyete Ölçeği) ve uyku kaliteleri (Richard- Campbel Uyku Ölçeği) incelendi.
Bulgular: Semanın; VEGF, BDNF, GDNF ve Phoenixin-20 ve anksiyete değerlerini düşürdüğü, uyku kalitesini ise arttırdığı tespit edildi.
Sonuç: Stres yönetimi için birçok alternatif meditasyon uygulaması popüler olarak kullanılmaktadır. Sema, daha az bilinen bir meditasyon uygulamasıdır. Sonuçlarımız, Sema'nın stres yönetiminde etkili bir araç olabileceğini ortaya koydu.
Anahtar Kelimeler: Sema, semazen, nörotrofik faktörler, phoenixin-20, uyku, anksiyete
ABSTRACT
Background: The Mevlevi Sema ceremony is a Sufi ritual that includes meditation, exercise actions, and religious symbols. Sema is also a method of meditation. There are few whirling dervishes in the world. Positive effects of worship on stress and anxiety leads to a hypothesis that whirling dervishes have low stress levels, high sleep quality, and optimal neurotrophic factors.
Aim: Our aim in the present study is to determine the effect of stress levels of whirling dervishes on neurotrophic factors.
Materials And Methods: In this research, possible protective effect of Sema against stress was investigated. A total of 33 adult men comprising, 17 whirling dervishes, and 16 healthy volunteers were recruited. Neurotropic factors (VEGF, BDNF, GDNF), PNX-20, anxiety levels (BECK Anxiety Scale), and sleep quality (Richard-Campbel Sleep Scale) data were obtained from the participants.
Results: It was found that whirling dervishes have lower VEGF, BDNF, GDNF, Phoenixin levels, anxiety scores, and better sleep quality.
Conclusion: Many alternative meditation practices have being popularly utilised for stress management. Sema is a less-known type of meditation practice. Our results, revealed that Sema may be an effective tool in stress management.
Key words: Sema, whirling dervishes, neurotrophic factors, phoenixin-20, sleep, anxiety
Yasemin Durduran, Vildan Karabacak, Mehtap Yücel, Tahir Kemal Şahin
Amaç: Bu çalışmada, Aile Sanat ve Eğitim Merkezindeki (ASEM) kursiyerlerin, üreme sağlığı konusundaki bilgi durumlarını saptamak ve farkındalık oluşturmak, bilgi eksikliklerini tamamlamak amacıyla verilen eğitimin etkinliğini belirlemek amaçlanmıştır.
Yöntemler: Çalışma, 1 Mayıs-30 Haziran 2018 tarihleri arasında ASEM’de eğitim alan 80 kursiyerle yapılmıştır. Gönüllü katılımcılara ön test, interaktif eğitim ve ardından son test uygulanmıştır. Verilerin istatistiksel analizi, SPSS 27,0 paket programı kullanılarak yapılmıştır. Verilerin analizinde, McNemar X2 testi, kullanılmıştır. İstatistiksel anlamlılık için sınır değer olarak p<0,05 kabul edilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya, yaş ortalaması 41,33±9,54 yıl olan 80 kursiyer katılmıştır. Ön testte, katılımcıların %20,0’ı, son testte %53,8’i ulusal kanser tarama programları ile taranan kanserlerin hepsini doğru olarak bilmiştir. Ayrıca ön testte kadınların %32,5’inin kendi kendine meme muayenesi yapılma zamanını doğru olarak bildiği görülürken eğitim sonrası son testte bu oranın %85,0’a yükseldiği görülmüştür. Üreme sağlığı alanında verilen tüm konularda ön test ile son test arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p<0,05).
Sonuç: Katılımcıların aile planlaması, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar ve tarama programında yer alan kadın kanserlerine ilişkin düşük düzeyde bilgi sahibi oldukları ve verilen eğitim müdahalesinin yararlı olduğu bulunmuştur. Ancak eğitim müdahalesi ile yeterli düzeyde artış sağlanamadığı belirlenmiştir. Bu da kadınları hedef alan ve üreme sağlığı alanındaki konuları içeren eğitim programlarının periyodik ve güncel içeriklerle tekrar edilmesi gerekliliğini göstermektedir.
Anahtar Kelimeler: Eğitim, kadın sağlığı, üreme sağlığı
ABSTRACT
Aim: In this study, it is aimed to determine the knowledge of the trainees in the Family Art and Education Center (ASEM), to raise awareness about reproductive health, and to determine the effectiveness of the training given in order to complete their knowledge deficiencies.
Methods: The study was conducted with 80 trainees who received training at ASEM between May 1 and June 30, 2018. Pre-test, interactive training and then post-test were administered to the volunteer participants. Statistical analysis of the data was made using the SPSS 27.0 package program. McNemar X2 test was used in the analysis of the data. p<0.05 was accepted as the cut-off value for statistical significance.
Results: Eighty trainees with a mean age of 41.33±9.54 years old participated in the study. In the pre-test, 20.0% of the participants and 53.8% in the post-test correctly knew all the cancers screened by national cancer screening programs. In addition, it was seen that 32.5% of women knew the right time to perform breast self-examination in the pre-test, while this rate increased to 85.0% in the post-training test. A statistically significant difference was found between the pre-test and post-test in all subjects given in the field of reproductive health (p<0.05).
Conclusion: It was found that the participants had a low level of knowledge about family planning, sexually transmitted infections and female cancers in the screening program, and the educational intervention provided was beneficial. However, it was determined that a sufficient increase could not be achieved with the education intervention. This shows that training programs targeting women and including issues in the field of reproductive health should be repeated with periodic and up-to-date content.
Key words: Education, women's health, reproductive health
Kamil Koçak, Lütfi Saltuk Demir
Amaç: Ergenlik dönemi, yaşam biçimi ve davranışların şekillendiği bir süreçtir. Bu süreçte edinilen davranışlar, etkisini yaşam boyu sürdürmektedir. Olumlu davranışlar sağlığın korunup geliştirilmesine katkı sağlamakta, olumsuz davranışlar ise mortalite ve morbiditede artışa neden olmaktadır. Sağlıkla ilgili bilgiye ulaşma, bilgiyi anlama, değerlendirme ve uygulama süreçlerini içinde barındıran sağlık okuryazarlığı kavramı ergenlik döneminde önemli bir yere sahiptir. Bu çalışmanın amacı er. genlerde sağlık okuryazarlığı ile riskli sağlık davranışları arasındaki ilişkiyi incelemektir.
Gereçler ve Yöntem: Kesitsel tipteki araştırma 2018-2019 eğitim-öğretim yılında Konya’daki iki lisede toplamda 382 öğrenci ile yürütüldü. Çalışmanın bağımlı değişkeni riskli sağlık davranışları, temel bağımsız değişkeni sağlık okuryazarlığı düzeyidir. Veri araştırmacı tarafından öğrencilere dağıtılıp toplanan Türkiye Sağlık Okuryazarlığı Ölçeği, Riskli Sağlık Davranışları Ölçeği ve sosyodemografik özellikler anketi kullanılarak toplandı. Veri analizinde t Testi, One Way Anova Testi, Mann Whitney-U Testi, KruskalWallis Testi ve Pearson Korelasyon Testi kullanıldı.
Bulgular: Çalışmada Sağlık Okuryazarlığı Ölçeği puan ortalaması 34,3±8,7 Riskli Sağlık Davranışları Ölçeği puan ortalaması ise 44,9±7,7 olarak bulundu. Öğrencilerin sağlık okuryazarlığı düzeylerine göre riskli sağlık davranışları incelendiğinde mükemmel ve yeterli düzeyde sağlık okuryazarlığına sahip öğrencilerin anlamlı olarak daha düşük riskli sağlık davranışlarına sahip olduğu tespit edildi (p<0,001).
Sonuç: Çalışma sonucunda sağlık okuryazarlığı düzeyi yüksek olan öğrencilerin riskli sağlık davranışlarının daha düşük olduğu görülmektedir. Ergenlerde görülen riskli sağlık davranışlarını azaltmak için sağlık okuryazarlığı seviyesinin yükseltilmesi önerilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Ergenlik, sağlık okuryazarlığı, riskli davranışlar, sağlıklı davranışlar
ABSTRACT
Aim: Adolescence is a period in which lifestyles and behaviors are shaped. The behaviors acquired in this period continue their effects throughout life. Positive behaviors contribute to the protection and development of health, while negative behaviors cause an increase in mortality and morbidity. The concept of health literacy, which includes the processes of accessing health-related information, understanding, evaluating and applying processes, has an important place in the adolescence period. The aim of this study is to examine the relationship between health literacy and risky health behaviors in adolescents.
Materials and Methods: The cross-sectional study was conducted with 382 students from two high schools in Konya, between 2018 and 2019. The dependent variable of the study is risky health behaviors, and the main independent variable is health literacy level. Data were collected using the Turkish Health Literacy Scale, Risky Health Behaviors Scale, and sociodemographic characteristics questionnaire, which were distributed and collected by the researcher. T Test, One Way Anova Test, Mann Whitney-U Test, Kruskal-Wallis Test and Pearson Correlation Test were used in data analysis.
Results: In the study, the mean score of the Health Literacy Scale was found to be 34.3±8.7 and the mean score of the Risky Health Behaviors Scale was found to be 44.9±7.7. When risky health behaviors were examined according to students' health literacy levels, it was found that students with excellent and sufficient health literacy had significantly lower risk health behaviors (p<0.001).
Conclusion: As a result of the study, it is seen that students with high health literacy levels have lower risky health behaviors. It is recommended to increase the level of health literacy in order to reduce risky health behaviors observed in adolescents.
Key words: Adolescence, health literacy, risky behaviors, healthy behavior